New Age Sektörünün Kökenleri

(Kişisel gelişim sektörünün kısa bir tarihçesi)

Ülkemizde özellikle 2000lerin başlarında New Age adı verilen yeni ruhsallık akımları, yayıncılığın ve gelişen internetin de etkisiyle bir tufana dönüşmüştü.

O yıllara hazırlıklı girmiştim çünkü önce ruhsal öğretiler, ardından kişisel gelişim olarak anılan akımlarla çok erken tanışmıştım. Babamın kütüphanesi şaşırtıcı genişlikteydi. Her konuda kitap vardı. Lobsang Rampa, Casteneda, Daniken, Herrigel gibi isimler, Yol Yayınlarının Doğu felsefesi kitapları ve daha bir çoğu elimin altındaydılar. Bunlara Blavatsky’leri, Gurdjieff’leri, Krishnamurti’leri, Kardec’leri eklediğimde ve Transandantal Meditasyon öğrendiğimde henüz lise öğrencisiydim. Üniversite okumak için gittiğim Fransa’da bazı araştırma ve kısyalamalar da yapma fırsatım olmuştu. Örneğin “spiritualité” fransızca %100 dini bir anlam taşırken, yukarıda bahsettiğimiz öğretiler için “Dévelopement Personnel”, “Occultisme” ya da “Spiritisme” gibi başka terimler kullanılıyordu. Bize gelen kavram ve bilgilerde bir “çeviri hatası”, dolayısıyla kafalarda da bir kavram karmaşası vardı. İşin kötüsü eğitmen geçinen “Yerli Gurular” da bunun farkında değildiler.

İşin kötüsü 2001 ekonomik krizinde işsiz kalmış beyaz yakalılar dahil pek çok kesim “Bu konuları” yeni gelir kapısı olarak görmeye başlamıştı. Kurabilen bir tezgah kuruyordu. Meydan boştu. Yine para kazanmak maksatlı olarak “eğitim”ler veriliyor ve sertifikalar havada uçuşuyordu (ama bu maddi motivasyon apaçık söylenemiyordu). Ortam saadet zinciri yapısında tezgahlarla dolmaya başlamıştı. Bir eğitmene 10 bin TL verdiyseniz sizin de üçüncü gözünüz olmasa da, başka bir gözünüz açılıyordu tabi. Yatırımınızı (yediğiniz kazığı) çıkarmak için sizin de aynı iş modeline soyunmanız en kolayıydı. Sizi dinleyen, “hocam” diyen insanlar, o ananızdan babanızdan görmediğiniz saygıyı ve sevgiyi size altın tepside sunuyordu. Hem de öyle hiç yorulmadan! Nasılsa bilimsel terimler emrinizdeydi. Özetle, plaza insanlarının sorunlarına yine plaza insanları tarafından üretilmiş çözümlerdi bunlar.

Bu “elverişli” ortam yurtdışından da “işgücü” aldı. Eski demirperde ülkelerinin hasta bakıcıları vs ülkemize gelip kendilerini “Biyoenerjici”, şucu bucu olarak tanıtmaya başladılar. Yurtdışından diploma sahibi olanların bir bölümü bu sektörü çoktan keşfetmiş olan ülkelerden (Örneğin İsrail’in Telaviv şehri New Age kursu doludur) sertifika almış kimselerdi.

Bunların amacı kelime oyunlarını akıllıca yapıp, kanunla ters düşmeden psikolog, psikiyatr ve diğer tıp branşlarından “müşteri” kapmaktı. İşin etik yoksunluğunu anlıyor musunuz?

Reiki’den günümüz Yogasına, Savunma Sporlarından Şifacılığa, Astrolojiden Biyoenerji’ye kadar pek çok branşın, bildiğimiz şekilleriyle, gerçekte modern dünyanın üretimi olduklarını kimse fark etmiyor, herkes kendi kulvarında takılıyor, at gözlüklerini çıkarmak da istemiyordu. Hatta bunlarla uğraşanlar aynı fuarlarda yan yana stand kiralayıp tanıtım yapıyor, başka mekânları da faaliyet için paylaşıp gül gibi geçinip gidiyorlardı. Bunlarla ilgili kitaplar kitapçılarda “Kişisel Gelişim” başlığı altında toplanmaya başlamıştı. Psikoloji ve Psikiyatri kitapları bu raflara giremiyor, din de ayrı tutuluyordu. Bunların birbirleriyle hiç bir ilgileri yoktu. Oysa hepsi de insanı anlamaya ve anlatmaya çalışmazlar mıydı? Bugün birbirlerinden kopmuş olsalar da, geçmişte aralarında köprüler olamaz mıydı?

Kendi araştırma yolculuğum içinde bile, ki bu on yıllar alır, bu köprüleri rahatlıkla bulabiliyordum. Örneğin “Falanca öğreti Orion Takımyıldızındaki bir gezegenden insanlığa armağan edilmiştir” denildiğinde ben aynı zamanda açıp bu sözün ilk yayınlandığı kaynağa, onu yazana, hocasına vs bakıp hikâyesini okuyabiliyordum. Gördüm ki, New Age öğretileri köksüz, keyfe keder, iddialı ve bir o kadar da bilgiden yoksun, şizofrenik yani gerçeklikten kopuk bir yol izlemişlerdi. Bunların hepsinin aynı anda haklı olması imkansızdı! 

Şimdi sizler için bir özet geçeceğim.

Öncelikle, ülkemizde taraftarlarınca komik bir şekilde “bu konular” olarak anılan New Age konularının (öğreti diyemiyorum) hemen tümünün Batılı yayınevlerinin bir üretimi olduğunu söylemeliyim. Ancak dinamik çok önce başlamış. Bu yayınevlerine malzeme veren zihniyet daha önce de varmış.

Aydınlanma Çağı’nda kilisenin, dinin etkisi azalmıştı. Bunun nedenlerinden başlıcası da düşüncenin yeniden Antik Dönemdeki gibi özgür kalması, buluşların ve bilimin yeşermesiydi. Bu gidişat öyle bir hâl aldı ki, uzun zaman Avrupalıların neredeyse tek ruhsal dayanağı olabilmiş dinin hiç gücü kalmadı. Artık savaşları kiliseyle değil bilimle işbirliği yapanlar kazanıyordu. Dürbünle düşmanı, o sizi görmeden önce görebiliyordunuz. Ya da balistik hesaplamalar sayesinde, bir tepenin ardındaki bir koordinata düşman sizi görmeden havan güllesi yollayabiliyordunuz. Bu iş Viktorya döneminde öyle bir hâl aldı ki, endüstri devrimine girilirken Batı da bir ruhsal bunalıma girdi.

Hep bir köken arayışındaki Eski Kıta (Avrupa) önce Antik Yunan’a sarılmış, ardından Napolyon’un seferleriyle Mısır’a geçmiş, Hitler bile Ari Irk’ın kökenlerini Hindistan’da bulmaya çalışmıştı. Bunların hepsi aynı kimlik bulmacasının sonuçlarıdır. İşte 1800lere gelindiğinde böyle bir ruhsal bunalım ve aidiyet ihtiyacı zirve yapmıştı. İmdada Uzak Doğu yetişti.

Uzak Doğu da ticareten Batıya açılınca, Batı’da Doğu rüzgarları esmeye başladı. Bu gizemli coğrafyanın sanatları, eserleri, yazıları, inançları büyük coşkuyla karşılandı. Doğucular arasında kimler yoktu ki? Madame Blavatsky’ler, Gurdjieff’ler ve daha niceleri. Bu isimlerin tümü de Batı’da Doğu’nun sözcüsü olmaya kalkacak, kendi akımlarını, okullarını kuracak, pek çok özdeş bulacak ve nice derneğin kuruluşuna katkıda bulunacaklardı. Dinden kalan ruhsal boşluğa yeni bir dolgu maddesi bulunmuştu: Doğu Öğretileri. Ruhsal kökenlerimiz herkese göre başka bir yerdeydi. Ama bu ortamda isteyen herkes rahatlatıcı bir aidiyet bulabiliyordu. Viktorya Londra’sında ruh çağırma seansları moda olmuştu. Eskilerin tabiriyle “İspirtizmacı” medyumlar transa geçip sizi ölmüşlerinizle konuşturuyorlardı. Kilise adamlarının yapamadığı bir şeydi bu. Tabi ki ortam gözbağcılık ustası dolandırıcı doluydu. Yeniden doğuş teorileriyle çelişen bir sürü öte alem hobisi türemişti. Her ihtiyaca göre bir tane bulunabiliyordu. Yeni ruhsallık söylemleri neresinden tutsanız elinizde kalıyordu. Bunların arasında, sadece ve sadece hristiyan coğrafyada var olabilecek bir uyduruk satanizm de vardı (evet tarihsel ve teknik olarak bakıldığında bu da New Age öğretilerindendir). Ama Batılı neşriyat profesyonelleri bunları kitaplaştırarak dünyaya yaymaya ahdetmişlerdi.

İnsanı en sonunda anladığını zanneden bir sürü şaşkın çırak bu kitapları büyük bir ilgiyle karşıladılar. Doğu böylelerini o zamana kadar görmemişti: Modern dünyanın krizine karşı Ruhsallık satın alan tüketici tipi. Ve bugünün küçülen dünyasında, Doğu kültürünün kaynaklarına, oralıların da yardımıyla baktığımızda bizim Batılıların neredeyse her alanda yanlış anlamalar yaşadığını görüyoruz. Buna bir örnek olarak “Hangi Reenkarnasyon?” yazımıza bakabilirsiniz.

Sonra gelen iki dünya savaşı insanlığın belini kırdı. Gerekli teknik gelişim ve üretimler dışında insanlar hayatta kalma güdülerine teslim oldular ve hayvansal ihtiyaçlarına indirgendiler. Yerlerde sürünen, karnını doyurmaya ve ölmemeye çalışan bir insanlık. Bu kıyamet dönemi fırsatçılara yaradı ve kilise bile biraz toparlanabildi. Ne zaman ki, 1968 kuşağına ortam sağlayan göreceli barış dönemi başladı, o zaman Doğu’ya seyahatler yeniden mümkün oldu. İki dünya savaşının ihtiyaçları bilimi bir yönde daha da ileri götürmüş, madde ve ruh arasındaki dengesizlik yeniden baş göstermiş, yeni bir ruhsal aidiyet arayışı doğmuştu. Bu yıllarda Hipiler üzerlerine düşeni yaptılar. Aralarından nice sanatçı ve yazar çıkacak olan bu insanları Yeni Şarkiyatçılar olarak anabiliriz. Ama bu sefer atomu parçalamış bir insanlığın enerji, radyoaktivite, uzay, genetik gibi verilere ulaşmış bir bilimi vardı. Ancak bilim, sahtekarlığı red ediyor insanların her sorusuna yanıt uydurmaya kalkmıyordu. Batı yeniden bir ruhsallık üretti. Bu seferki, kaçınılmaz olarak bilim soslu oldu. Rakibine öykünen, onun terimlerini yarım yamalak devşirip kullanmaya çalışan, onunla aşık atmak için her şeye hazır bir ruhsallık: New Age. Artık yeni ruhsallığın terimleri de bilimseldi : enerjiler, kuantum, paralel evrenler, titreşimler…

New Age, son bir yüzyılın Modern Dünya’sında yaşanmış her krizden kendine malzeme ve kurban topladı. Tokyo’da olmuş yıkıcı bir depremde ortaya çıkan bir şifacı, sahtekâr Brahmanların “insanüstü” varlık edebiyatı, para için gösteri yapan yogacıların göz dolduran hünerleri, bir ev hanımının transa geçip öte alemden elde ettiği bilgiler… Ne varsa bohçasına doldurdu. Bütün dışlanmışları kendine yandaş edip ordusuna kattı. Görünürde bilime karşı bir Haçlı Seferiydi bu. Gerçekteyse, varsa eğer, Gerçek Ruhsallığa götüren yolu kaybetmenize yol açacak, bilerek karmaşıklaştırılmış bir labirent. Belki de bir tür kozmik zekâ testi. Ama hiç süphesiz, Modern Dünya’nın bir üretimi ve tescilli malı. Madalyonun sadece bir yüzü.

Binlerce yılı aşkın Doğu gelenek ve felsefelerinin tarihçesiyle ilgilenince de sis bulutu dağılıyor. New Age yalanlarının panzehiri genel kültürdür. New Age’ciler bilerek bu gelenekleri küçümser, saklar ve aşağılamaya çalışırlar. Gelenekleri ve bilimi aşağılarlar. Yine de bazı bilgi kırıntılarını kendi yapbozlarında kullanmaktan da kaçınmazlar. Vitrinleri etkileyici ve şık olmalıdır. Yalanın hem kurbanı hem ustasıdırlar. Cehalet yaymadan ayakta duramayacak bir sistemin ruhbanları, yeni Brahmanlardır onlar. Kendilerinde ya uzaylı dostların, ya astral varlıkların bahşettiği bir güç, enerji, yeti, mesaj, bir “kanallık” vardır. İnsanı anladıklarını, bildiklerini ve kurtaracaklarını söylemekteler. Oysa İnsan sonlu bir proje değil. İnsanın oluşumu tamamlanmadığı gibi yolculuğu da bitmedi. Hiç bitmeyecek.

S.K. Temmuz 2020, İstanbul

Yorum bırakın

error: Content is protected !!