Bir kelebeğe dönüşme öyküsü (ve dönüşemeyenlere ne olduğuna dair)
Bu öykü en kısa zamanda sesli versiyonuyla birlikte sunulacaktır.
Her zamanki gibi ağacın yapraklarını kemiriyordu. Eğer kardeşleri bir yaprağın canına ondan önce okumuşlarsa, uzun dalları sürünerek aşıp yeni ve taze bir yaprak bulması gerekiyordu. Bu yeşile olan içgüdüsel ilgiden ve sabahtan akşama kadar aralıksız süren karnını doyurma arzusundan başka birşey düşünemiyordu. Tırtıl bedeninin ihtiyaçlarına teslim olmuştu. Ancak bu “karşısına çıkan tüm yaprakları yiyip bitirme” yarışının yanında içinden dünyada başka ilginç şeyler olduğunu da seziyordu. Arada sırada soluklanmak için ya da bir yapraktan diğerine yuvarlandığında bu gizemli şeylerden bazıları ona görünüveriyordu. Örneğin, oldukça inanılmaz bir şekilde havada uçan renkli garip yapraklar, bir de yenilip bitirilmiş yaprak dallarına asılı garip ve tozlu terkedilmiş kozalar… Havada uçan renkli yaprakların aksine bu kozaların dolu olanları bazen titreyip sarsılıyor ve tırtıllar onlardan için için korkuyorlardı. Öylesine korkuyorlardı ki, bu kozaları görmezden geliyor, onlar yokmuş gibi yanıbaşlarında yaprak kemirme işine kendilerini gömüyorlardı. Kozaya giren tırtılların öldükleri söyleniyordu. “Tırtıl mezarı” diyorlardı bu kozalara. Oraya giren bir daha çıkmıyordu. Sabahları yırtılıp dağılmış kozalarla karşılaşıyorlardı. “Biri daha eksildi” diye düşünüyorlardı. Sanki yaprak yemeyi bu derece hummalı hal getiren bir unsur da, açlığın yanında, bu kozalarla yüzleşme korkusuydu. Onları görmezden gelmek için başka bir işe sarılmak gerekiyordu. Hiç boş durmamak, meşgul olmak, soru sormamak ve korkmamak… Bazı tırtıllar gizliden ve fısıltıyla, kozaların ve yitik arkadaşlarının kaderi üzerine hayaller üretip duruyordu. Unutulması, yadsınması, görmezden gelinmesi gereken bir şey daha vardı: Ağaçtan düşen tırtıllar. Yere düştüklerinde bazen ölmüyor, sürünerek ağaca çıkmaya çalışıyorlardı. Bunu yapamayanlar kısa zamanda karınca ya da diğer avcılara yakalanıyor, canlı canlı yeniliyordu. Bu da son derece korkunç olduğundan, görmezden gelinmeliydi. Bu korkuyla yaşamak hoş değildi. Eğlenmeye hakkımız var öyle değil mi? Ama böyle yalanlar üzerine kurulu bir dünyada kimse gerçekten mutlu değildi.
Bir gün, sayılı günlerden birinde, bizimki başka bir tırtılla aynı yaprağı kemirmekte olduğu sırada bir değişiklik farketti. Bu tırtıl onunla aynı yaprağı kemiriyor ancak onunla yarışmıyordu. Hatta yaprağın farklı bir köşesinde olmaya özen gösterdiği bile söylenebilirdi. Onun farklı davranması bizimkinin hemen dikkatini çekmişti. O güne kadar diğerleriyle itişip kakışmak zorunda kalmıştı. Kimi zaman onu itip yerini alanlarla, onu hiçe sayanlarla uğraşıyordu. Bu kabalıkları hiçbir zaman kabullenememişti.
Yeni tırtıl dişiydi. Bir insan tırtılların cinsiyetini tahmin edemese de, bizimki bu tırtılın göz kamaştırıcı güzelliğini, bu güzelliğin başka bir güzelliğin kılıfı olduğunu hemen anladı. İçgüzelliğiydi bu. Usul usul ve konuşmadan yapraklarını kemirdiler. Birbirlerinin farkında ve yanyana… Kısacık ömürlerinde yapraktan yaprağa geçtiler ve her seferinde huzurlu huzurlu kemirdiler doğanın nimetini. Farklıydılar. Doydukları anlarda sohbet etmeye de başladılar. Dişi olan bizimkinin merak ettikleriyle ilgili konuşup aynı gizli ve ortak düşünceleri sözlere döktüğünde bizimkinin yüreğini bir coşku kaplıyordu. Yalnız değildi işte. O kaba saba ve sadece semirmek peşinde olan tırtıl sürüsünde bir benzerini bulmuştu. Kalabalığa karışıp ayrı düştüklerinde arkadaşını çok özlüyordu. Kendisini özlemek gibi garip bir duyguydu bu. Kendinden bir parçanın eksik olması gibi, kesin ve tartışılmaz bir histi.
Diğerleri birbirlerine o denli kötü davranıyorlardı ki, ağaçtan düşmenin ilk nedeni itişip kakışmaları ve mideleri çatlayıncaya dek yiyip bedenlerini ağırlaştırmalarıydı. Bedeni ağırlaşanları toprak kendine çağırır. “Bana gel… Geri gel…” diye, yerçekiminden ibaret sesiyle. Bizimkiler hayatın bundan ibaret olmadığını konuşmaya başladılar. Bizimki nereden geldiği belli olmayan bir cesaretle arkadaşına “Burası bizim vatanımız değil” diyordu. Kız ise “Biliyorum” diye onaylıyordu. Bu bir sezgi değil, kalpten bir bilgiydi. Birbirlerini onaylayarak bu bilgiden emin oldular. Kalbin bilgisinde tesadüflere yer yoktur. Sohbetleri başlı başına bir mucize ve bir kanıttı.
“Biliyor musun, ben buradan başka bir yer olduğunu hissediyorum.”
“Ben de. Kelebeklere inanır mısın?”
“Onların varolduklarını biliyorum. Bir keresinde rüyamda ben, ben değildim. Kelebek olmuştum. Sanırım biz de bir gün kelebek olacağız. Diğerleri bunu duysalar benim deli olduğumu düşünürler. Nasıl olacak bilmiyorum ama bu hikayenin bir devamı olmalı.”
Kız gülümsedi ve utanarak “Ben de bir gece seni rüyamda gördüm. Bir kelebek olmuştun…”
Kalbin bilgisi böylece onaylanmış oldu.
Bizimki yalnız kaldığında bu yeni ve özel arkadaşlığı anlamaya çalıştı. “Sanırım Arkadaşım başka bir yerle olan bağım. Diğerleri hep burayla ilgililer. O ise bana burayı tamamen unutturuyor, öteki yeri hatırlatıyor.”
Bizimki yeni arkadaşının kendisi için aşkın olana uzanan bir köprü olduğunu anlamıştı. Uydurma fikirlerden, her zaman duyduğu cahilce sözlerden, günlük dedikodulardan farklı birşeyler paylaşmışlardı. Kalbi yerinden çıkacak gibi oluyordu. Ancak mutlu olduğundan kesinlikle emindi. Bu düşünceyle ya yatışıp uykuya dalıyor ya da tam aksine uykusu kaçıyordu. Ama hep aynı şeyi, Arkadaşını ve konuştuklarını düşünüyordu. Arkadaşı da onu düşünüyor muydu acaba? Kelebek olacaklar mıydı bir gün?
Günü geldiğinde birbirlerini rüyalarında görmek için hevesle uykuya dalıp kozalarına girdiler. Bizimki derin bir uykudan sonra kanatlarını açıp hafiflik hissinin tadını çıkardı. Zaman geçtikçe eski hayatını olsa olsa tatsız bir rüya olarak hatırladı.
Acılar dinmiş, unutulmuştu. Artık başka bir “şey” olmuştu. Bu yeni beden, yeni kimlik sanki onu uzun zamandan beri ağırlıyormuş gibi normalleşivermişti. Değişim gerçekleştiğinde sindirilmiş de olur.
Ancak arkadaşını göremedi. Kozası boştu. Havada rengarenk uçuşmaya koyuldu. Sevinci yarım kalmıştı. Gözü yeni olan hiçbir şeyi görmüyordu. Aradı, aradı, ancak onu sadece tırtıl haliyle hatırlıyordu. Şimdi bizimki çayırların ve ağaçların üzerinde uçarken yine yukarıyı merak ediyordu. Buna rağmen bir kez dönüşerek arkadaşını yitirdiği için bir daha dönüşmek istediğinden emin olamıyordu. “Kelebekten sonrasını bilemiyorum. Ama bir süre bu halimde bekleyeyim. Belki arkadaşımı bulurum.” diye düşündü. Her yeniden doğuşta kaybettiklerimizle buluşmamız mümkün olmayabilir. Arkadaşını bulmadan ya da ona ne olduğunu anlamadan yeni bir şeye dönüşmemeye yemin etti. Gerekirse de bu haliyle toprağa dönmeye kararlıydı. Ancak ona ne olduğunu öğrenir ve bundan bir ders çıkartırsa yeniden “kozaya” girmeyi kabul edebilirdi. Yeni ömrünün ne kadar süreceğini bilmeden değerli saatlerini arkadaşını aramaya harcadı. Ama çağrılarına yanıt gelmedi… Ne mutlu, ne de kırık, ama kararsız bir kalple uçtu, uçtu.
Geride kalanlar onların kozalarına bakıp gizlice yas tuttular. Arkadaşlarının “ölümünden” çok kendi kaderlerinden korkarak üzülmüş gibi yaptılar. Bu dehşet duygusunu bastırmak için yediler, yediler, yediler. Ağırlaşıp kabalıkları arttıkça da ağaçtan toprağa döküldüler. Karıncalara ve diğer avcılara yem oldular.
Bizimki arkadaşlarının ve diğerlerinin üzerinde, çevrelerinde uçuşup duruyordu ama kimse başını kaldırıp bakmıyordu. Ömürleri boyunca bir kerecik olsun kemirdiği yapraktan başını kaldırıp yukarılara bir yere bakmamış olan o kadar çok tırtıl vardı ki. Ne akılları, ne de bedenleri yukarıya yönelmemiş, hafifliği ve uçmayı hayal etmemiş, belki de sırf bu yüzden hantallaşıp toprağa geri dönmüşlerdi.
Bu hep böyledir. Nesiller gelir, nesiller gider. Aralarından sadece yukarıya bakmayı akıl edenler ve rüya görenler korkuyu unutup kelebeğe dönüşürler.
Suavi Kendiroğlu / Şubat 2014