Sevginin Doğası

Bazen sevginin bize ait bir şey olduğu ve bir el feneri gibi diğer varlıklara yöneltebileceğimiz hissine kapılırız. Bunu denediğimizde sevgi bize geri yansıyorsa mutlu oluruz. Buna o kadar yoğunlaşmışızdır ki, sevgimizin bize geri dönmesini beklerken başkalarından gelen karşılıksız sevgiyi hissetmeyebiliriz. Aynen etrafı hayran hayran seyrederken bir başkasının bizi seyrettiğini farkedememek gibi. Herşeyin merkezinde olmak, nesne değil özne olmak bilinciyle doğunca karşılaşırız. Bu sevgi yansıtma oyunu, önce anne ile çocuk arasında oynanır ve güçlenir. Ancak birlikten, ikiliğe daha sonra da çokluğa geçmede kimi zaman bilincimiz eski alışkanlıklarına takılır ve varlığın çokluğuna tam uyum sağlayamaz. Sosyal varlık olamayan, sevemediğini düşündüğümüz insanlarda bunu görebiliriz. Oysa yetişkinde sevgiyi kısıtlayan şey dar görüş açısı ve bunu izleyen daralmış zihindir. Bu durum sevgi nesneleri değil, “ötekiler” yaratır. Sevgi fenerimizin pili azalır, karanlıkta kalırız.

Hayvan sevgisi derken, “Hangisi?” sorusu akla gelir. Yanıt “Köpek” ise hemen ardından şu soru duyulur: “En çok hangi tür?”, sonra da “Hangi Renk?”. İnsanlar için de bu böyle işler. Sayısal çokluk dünyasına uyumlanmış bir sevgidir bu. Bir yandan bebekliğe ve diğer yandan tarihin eski dönemlerine dayanan ilkel bir sevgi. Aslında “ilkel” kelimesinin aşağılayıcılığından vazgeçip “ilksel sevgi” demeliyiz.

Sevgiyi bir kişiye yöneltmeyi erdem saymak ve bundan kurtulamamakta biraz “Freudien” bir yan vardır. Nitekim bebeğin saf ego olmaya programlanmasının “hayatta kalmak” gibi geçerli bir gerekçesi vardır. Ancak aynı şeyi büyüyünce devam ettiremeyiz. Pekçok ruhsal ve toplumsal günlük sorunun temelinde bu durumun sürdürülmek istenmesi vardır. O dönemlere takılmak nevroz ve psikozların da kaynağıdır.

africainsBu durumda, insanla birlikte sevmenin niteliği de gelişmelidir. Konuya salt huzur ve mutluluk icin yaklaşırsak da, gelişimin önemi kendini gösterir. Bunun olmadığı durumlarda ilksel sevgi mekanizması kendine yeni nesneler bulur. Baba, eş, coçuk, hoca, kedi, köpek, güneş, hiçbiri olmazsa kendimiz… Bu da sevginin kısadevre yapmasıdır. Böylece bizimle birlikte “evde oturan” sevgimiz de bir gün bizimle birlikte toprağın dibini boylar. Yaşarken veremediğimizi ölünce nasıl veririz? Hiç olmazsa organ nakli? Ya da faydalı bir yokoluş için toprağa karışıp gübre olmak? Ya ruh?

İnsan açısından bakıldığında “Sevgimiz bilincimiz kadar dar ve onun kadar geniştir” demistik. Gördüğümüzü, bildiğimizi sevmemiz, bilmediğimizden korkmamız ve sevemememiz bundandır. Halk bilgeliği “Gözden ırak, gönülden ırak” der. Yanlış bildiklerimizi, yanlış gördüklerimizi ve kör noktalarımızı şimdilik hesaba katlayalım. Sevdiğimiz biricik varlığa tapmaz mıyız? (Taptığımızı neden aynı güçle sevemediğimiz de ayrı bir sorundur) Bu varlıkla ortak özellikleri olan başka varlıklara da kolayca yönelebilir, eskisini ezip kırabiliriz. Örneğin bizi daha iyi ısıttığı icin güneşe, bizi daha çok sardığı için başka bir eşe yöneliriz… Anneler oğullarını, kadınlar kocalarını yeni kadınlardan bunu bildikleri icin kıskanırlar. Anadolu’da bazen erkekler sevdikleri kadını elde edemeyince öldürür ve mahkemede hakime “Onu çok seviyordum, ondan öldürdüm” derler. Bu ilksel sevgi yetişkinler dünyasında tüketici ve öldürücüdür. Ruhsal olarak kısa menzillidir.

Bundan sonraki sevgi tipi “kabile tipi” (sosyal) sevgidir. Yani bedensel güdülerin elinden kurtulamayan “kendi kanından olanı ve benzerini sevmek” yolu. Bu da çeliskilerle dolu ve Sevgiye zıt bir sevgi türüdür. Birincisi “ben”e, bu ikincisi “ben gibi olan”a yönelmiş, hayvansal çekim ya da sevgidir. Bu sevginin menzili “orta”dır. İlksel sevginin çoğunlukça karşılıklı uygulanmasından ibarettir. Naziler çocuklarını o kadar çok seviyorlardı ki, 1000 yıllık geleceklerini garanti altına almak için sorumlu “ebeveyn”ler olarak birçok başka “soydan” olan insana kıydılar. Bundan ders alınmamış olacak ki, o kıyımların bazı kurbanları dahi aynı hataları tekrarlamaktalar. Kabile türü sevgi, savaşları ve yıkımı doğurur. Bunun bize en yakın şekli aile sevgisidir. Bizden olmayanları, haklı da olsa, işimize gelmeyince lanetleriz. Çocuğumuz suçlu da olsa onu savunuruz. Hatta gerekirse iki kardeşten birini diğerine karşı savunuruz. Bu tür bölücü sevgide sadece Sevgi degil Adalet de güme gider.

love-182aBu aşamanın biraz daha ilerisine geçmek çok zordur. Bu helvayı kavurmak için malzeme olarak sevgi, adalet ve en nihayet bilgi gerekir. “İnsan” burada başlar. Çoğunluk kabile sevgisinde takılıp kalır. Daha ileriye geçmesine ailesi izin vermez ya da ömrü vefa etmez. Bundan öteye geçmek için farklı bir mesaja kulak vermek, zanlardan ve hastalıklı kimliklerden arınmak, kısacası “ölmeden önce ölmek” gerekir (Bu sözün kaynağı Osho değil, ondan çok önce ve muhtemelen Hz. Muhammed). Bu aşamada büyürsünüz. Sevgi uzun menzillidir ve kapsama alanı çok geniştir (ancak “Ben” hâlâ merkezdedir. Bir “kısadevre” riski hala mevcuttur) Yaşamınızın her döneminin gereklerini yaşar, bebeklikten çocukluğa, oradan ergenliğe, yetişkinliğe ve gelişmeyi sürdürerek yaşlılığa geçersiniz. Bu ilerleme gerçekse yaşlılık bir bilgelik çağına dönüşür. İnsanlığın tarih boyunca ulaşamadığı şeyler sizin kısacık ömrünüze sığar. Her aşamayı atlamak için sevginizin nesnesinin ardını görmeniz, sevginizi kendine çeken bir üst varlığı hissetmeniz gerekir. Toprak’tan geçerek güneşi, ondan geçerek evreni ve ondan da sonrasını görmek adım adım olur ve insan yaşamı buna yarar. Varmak istediğimiz yere varamayabiliriz. Ancak varmanın ilk şartı yönelmektir. Aynen bılet almayanlara ikramiye çıkmayacağı gerçeğinde olduğu gibi.

Mitolojideki Eros
Mitolojideki Eros

Hastalıklı sevgilerin, yanlış tapınçların da Sevgiyle yapıldıklarını, ancak duraksamalar ve takıntılar yüzünden zarar yarattıklarını görüyoruz. Bir insanı sevmek ölüm ya da başka bir ayrılıkla yıkıma dönüşür. Nesneyi taparcasına sevmek de sadece tüccarları zengin eder. Tanrı’yı aklımıza sığdırmak, ona insan şekli vermek ve ancak o zaman sevebilmek, Tanrı’yı kabilemizin bir üyesi yapmaya yani geçici olana indirgemeye gelir. Bizimle birlikte yitip giden bir Tanrı sevginin gerçek kaynağı olabilir mi? Bu doğru olsaydı Yunus “Yaratılanı severim, Yaratan’dan ötürü” demezdi. Bu söylenemeyince bunalımlardan kaçış mümkün olmaz. Güneş batar, yaşayanlar ölür. En önemlisi de biz onlardan biriyizdir. Bu takıntılara kapılmamanın çaresi “takılmamak”tir. En büyük Sevgiyi, görüş ve bilincimizin darlığının dışında olana, aşkın (transendant ya da müteal) olana yöneltmektir. Sevgiyi bir nesnecik üzerine odaklamaksızın “kaynaktan kaynağa” akmaya bırakmaktır. Özellikle de “sevgi oyunu” oynarken bize kaynaktan gelen gerçek Sevgi’yi hissetmemiz mümkün olmaz. Ham insanoğlu hem konuşup hem dinleyemez. İşte varlıklarla paylasılacak bir sevgi varsa bu kaynağıyla buluşmuş Sevgi olmalıdır. Bunu yaşayabildiğimiz zaman, varlıkları bize kendi sevgimizi geri verdikleri için değil, Tanrısal özellikleri yansıttıkları için sevdiğimizi anlarız. Alışveriş ve sevgi ticareti biter. İnsan, hayvan, nesne, doğa sevgisi ancak bu aşamada “birşeyin gölgesi, modeli ya da taklidi” olmaktan kurtularak gerçek ve sürekli olur. Uzun lafın kısası önümüzde bir Sevgi değil sevginin gerçekliği sorunu vardır.

red-leaves-tree_tn2Bu nedenle Sevgi Dini’nden sonra bir Gerçek Dini’ne gerek duyulmuştur. İlginçtir ki bu din bugün unutturulmaya, bazı kavim ya da giysilere indirgenmeye, “imajı” lekelenmeye çalışılmakta, mesajla, onu arayanın buluşması engellenerek kısmen başarılı da olunmaktadır. Ancak bu hatalar sevginin kaynağı olan Yaratıcıyı bağlamaz ve ne mutlu ki mesaj bozulmamıştır ve keşfedilmeyi beklemektedir. Onun Sevgisinin menzili yoktur. Her yerdedir ve her şeyi esit olarak kuşatır. Körlerin bile sıcaklığını yüzlerinde hissederek “görebildikleri” güneş gibi, iç organlarımızla hissettiğimiz bir Sevgi.

Yorum bırakın

error: Content is protected !!