Analitik psikolojinin kurucusu Carl Gustav Jung, 1957 baharında 81 yaşındayken, tüm bir yaşam öyküsünü meslektaşı ve yakın dostu Aniela Jaffé’ye anlatmayı kabul etti. O güne dek yaşamöyküsünü yazması yolundaki tüm önerileri geri çevirmiş olan Jung, belirli aralıklarla düzenlenen söyleşilerde, yaşamının hiç bilinmeyen yönlerini Jaffé’ye anlattı. İki yıldan fazla bir zaman kendini bu uğraşa adamakla kalmadı, 1961’deki ölümüne kadar kitabın son biçimini almasına katkıda bulundu.
Anılar, Düşler, Düşünceler, insan zihninin en büyük kâşiflerinden birinin, yaşamının en gizli köşelerine kadar uzanan içten açıklamalarından oluşuyor. Bu benzersiz kitap, kişilik, rüyalar ve fanteziler ile din konusunda tüm insanlığı etkileyen düşünceleri geliştirmiş olan Jung’un, ilginç ve bir o kadar da saklı kişiliğini kendi ağzından gözler önüne seriyor. Önce hayranı olduğu, sonradan derin görüş ayrılıklarına düştüğü Sigmund Freud’la ilişkilerine birinci elden ışık tutuyor.
Carl Gustav Jung, sadece bir tıp doktoru değil, bir ruhbanın oğlu, simya, Budizm, Taoculuk, İslam ve daha pek çok alanda fikir ve deneyim sahibi bir araştırmacı olarak çağımızın ihtiyacı olan bir senteze ulaşmış. Kitap ilgili okuyucu için çağdaş psikolojinin doğuş ve gelişimini aktarmakla kalmayıp psikoloji bilimini diğer coğrafya ve geleneklerdeki “Ruh” kavramıyla da buluşturuyor.
Can Yayınları, Carl Gustav Jung’un özyaşamöyküsünü, fotoğraflar eşliğinde ve İris Kantemir’in Almanca aslından yaptığı çeviriyle sunuyor.
Kitaptan bir kaç alıntı:
“Ruh bedenden çok daha karmaşık ve ulaşılmazdır. Şöyle diyebilirim: Birey, bilincine varabilirse dünyanın yarısının ruhtan oluştuğunu anlar. Bu nedenle, ruh bireysel bir sorun değil bir dünya sorunsalıdır ve bir psikiyatrist tüm dünyayla uğraşmak zorundadır.
Günümüzde, bizi tehdit eden tehlikenin doğadan gelmediğini, insan ve kitle ruhundan kaynaklandığını apaçık görüyoruz. Tehlike insanın ruhundan kopmuş olmasında. Her şey ruhumuzun doğru dürüst işlevini yerine getirip getirmemesine bağlı. Bu günlerde birileri kendilerini tutamazsa bir hidrojen bombası patlaması işten bile değil” (sf. 132)
…
“Freud’un bana: ‘Sevgili Jung, cinsellik kuramından hiçbir zaman vazgeçmeyeceğine söz ver. Bu çok önemli. Bunu aşılmaz bir kale, bir dogma haline getirmemiz gerekli’ dediğini çok iyi anımsıyorum. Bu sözleri, bir babanın oğluna, ‘Bana tek bir söz ver oğlum. Her pazar günü kiliseye gideceksin’ dediği gibi büyük bir duygusallık içinde söylemişti. Biraz şaşırarak, ‘Neye karşı bu kale?’ diye sormuştum. Bu sorumu, ‘Kara çamur seline karşı’ diye yanıtlamış, sonra da, biraz duraksayarak, ‘Doğaüstü güçlere karşı’ diye eklemişti. Özellikle, ‘Dogma’ ve ‘Kale’ sözcüklerinden kaygılanmıştım çünkü bir ‘Dogma’, o düşünceye duyulan kuşkuları bir kalemde silmek amacıyla kurulan ve tartışmaya açık olmayan bir inançtır ve bu inancın artık bilimsel değerlendirmeyle bir ilgisi kalmaz; bireysel bir güç dürtüsüne dönüşür” (sf. 146)
…
“Eleştirel mantık, birçok mitsel kavram gibi, ölümden sonra yaşam düşüncesini de kabul etmiyor. Bunun tek nedeni, günümüzde insanların çoğunun, kendilerini yalnızca bilinçleriyle özdeşleştirmeleri ve yalnızca, kendileriyle ilgili bildiklerinden oluştuklarını düşünmeleri olabilir.” (sf. 274)
…
“İnsan için can alıcı soru şudur: Sonsuzluğun bir parçası mısın, yoksa değil misin? Tüm yaşamının kriteri budur. Asıl olanın sonsuzluk olduğunu bilsek, ilgimizi boş şeylere vermekten ve hiçbir önemi olmayan amaçlara yönelmekten vazgeçebilir miyiz? Bunu yapabilsek, dünyayı, sahip olduğumuzu sandığımız güzellik ve yetenek gibi iyi nitelikleri bize vermesi için zorlayabilirdik.” (sf.296)