Kadının Ruhsal Anneliği ve Erkeği Doğurma Gücü

Kadınların biyolojik doğurganlıklarının dışında bir de ruhsal doğurganlıkları söz konusu. Ancak ilki o derece önemsenmiş ki, bu ikinci doğurganlık gölgelemiş durumda. Koskoca bir adama karşı dahi annelik duyguları hisseden kadınlar bunu anlayacaklardır. Savaşlarda yaralanmış ya da son nefesini veren askerlerin başucunda görev yapmış hemşirelerin hislerini aktaran anıları ilginçtir. Yaşam vermek kadının en temel doğasıdır. Ama binlerce yıldır toplum düzeni, ahlak ve din kurumları üzerinden bu bilgiye kilit vurmuştur. Kendi doğurduklarını “adam edemeyen” nice kadının çaresiz yakarışlarını duyarız. Kadın ve erkek insanın iki yarısı olup yeniden bir noktada buluşmaları, anlaşmaları hatta sadece iletişim amaçlı arkadaşlıkları bile çoğu toplumda lanetlenmiş ve yasaklanmıştır. İnsandaki saldırganlığın nedeni de bu ayrılıktır.

scene06

Erkek ya da kadın, bir anneden doğar, gelişiriz. Sıramız geldiğinde çoğumuz kendi çocuğuna sahip oluruz ve bu hayvandan miras döngü sürüp gider. Ne var ki, psikolojik anlamdaki ruhsal doğum ve olgunlaşma bu sürecin dışında kalır. Ruhsal doğumla “varlığının farkına varmak” halini kastediyoruz. Bu farkındalık bir fikir olmayıp bilişsel bir deneyimdir. Bu bütüncül deneyim beden, duygu ve düşüncelerimizi de kapsar. Zaman zaman bir kimlik krizi şeklinde de ortaya çıkar ve yapıcı sonuçlarına ulaşmak herkese nasip olmaz. Özellikle bireyin kendi varlığını hissettiği kırılma noktası olan dönemlerde görülür. Sanki o zamana kadar bireyin yaşamını oluşturan parçalar şimdi güçlü bir mıknatısın parçaları gibi bir araya gelmek istemektedirler. Ancak bu parçalı yapının oluşum süreci parçaların birbirinden uzaklaşmasına hizmet etmiş olup “birleşme” son derece sancılı bir olaydır. Kişinin yaşam öyküsünü oluşturan etiket-kişilikler (çocukluktaki dönemler, ergenlik, yetişkinlik, birliktelikler, başkalarına göre üstlendiğimiz roller…) birbirleriyle uyumsuz olabilir. Bu durumda bunların birleşmeleri çarpışmalarını da gerektirir. Okuyucu kendi hayatını düşünürse bu sürecin ölümcül dahi olabileceğini anlayacaktır. Kadın ya da erkekte terk etmeler, ani mizaç değişiklikleri, gizli kalmış birikimlerin ansızın dışavurumu, yakın çevrenin bu durum karşısındaki anlayışsızlığı, kayıtsızlığı ve çaresizliği de durumu daha da zorlaştırmaktadır. Bu kırılma dönemlerinin biyolojik döngüler ve dönüşümlerle de eşzamanlı olduklarını görürüz. Örneğin erkekteki andropoz (halk arasındaki adıyla 40 yaş bunalımı) bir yandan hormonal aktivitenin düşmesine beynin verdiği bir komutla ortaya çıkarken (bilinç altı mesajı : “yakında erkeklik gücüm kalmayacak bir şey yapmam lazım”), öte yandan bu yaşa dek biriktirilmiş deneyimlerin ışığında hayatı daha bir anlam vererek okuma yetisinin edinilmiş olması, hatta varoluşsal bir kendini sorgulama (“geldik gidiyoruz, yaşamdan ne anladık”) ve bunun gibi bir çok etken aynı anda devreye girer. Bu deneyimin patlayıcılığını tahmin edebilirsiniz. Parçaların hepsi “şimdiki” ana akmış ve sahneye çıkmışlardır. Özellikle etik olma endişesiyle baskılanmış, kontrollü kişilerde daha çarpıcı etkiler görülür.

osiris02

Ne yazık ki, insanlar bu doğal dönemlere hazırlıksız yakalanıyorlar. Toplum genellikle “ahlak dışı” bulduğu her konuya yargıyla yaklaşma kolaycılığına ve  “anlamamak” yoluna gidiyor.

Oysa bu bunalım insan ruhu için doğal bir “Doğum Sancısı”dır.

osiris

Kadim Mısır mitolojisinde tanrı Osiris erkek kardeşi tarafından öldürülüp bedeni parçalanır ve dört bir yana dağıtılır. Ancak tanrıça İsis kocasının bedeninin parçalarını bulup bir araya getirir. Ne yazık ki tek bir uzvunu, penisini bulamaz. Tahtadan bir penis yapar ve dirilen kocasından bir çocuk sahibi olur.

İbrahimi dinlerde anlatılmayan bu mit konumuz gereği çok ilginç ve anlamlıdır.

osiris01

Burada kadın, yaşamının olgun bir döneminde erkeği bütünlüğüne kavuşturma ve ona erkekliğini (sembolik ruhsal gücünü) bahşetme bilgisiyle donanmış durumdadır. Bu olgunlaşma sürecinde kadın da erkeğe ruhsal doğumunu vererek ruhsal kadınlığa uyanır. İkisi de birbirlerini doğururlar.

Günümüz birliktelikleri ve evlilik kurumu teorisi, sadece biyolojik üreme güdüsüne göre yapılandırılmış durumda. Mal bölüşümü ve miras anlaşmaları, hane reisliği, soyadı mevzuatı gibi kanunlar da bunu ispatlıyor. Oysa çiftler birbirlerini var etme misyonuyla bir araya geldiklerini bilmeliler. Aileler ve eğitim kurumları çocukları bundan haberdar etmeli ve hazırlamalılar. İnsanlar birbirlerini neden sevdiklerini bilmeliler. Böylesi bir sevgi ortamından kazanacaklarını ve ruhsal çıkarlarının farkında olmalılar.

goya

Ne yazık ki insanlık tarihi boyunca buna uyanmış büyük ölçekli topluluklar oluşmamış. Oysa kadının ve erkeğin kendindeki eksikliği, yani “gizli kalmış ruhsal yarısını” karşı cins üzerinden keşfetmesi dışta ve içte barışı aynı anda sağlar. Bunsuz bir barış ve sevgi ortamı da kurulamaz. İnsanın öncelikli projesi “İnsanlaşma” olduğunda sözlüklerimiz yeniden yazılır, ihtiyaçlar, öncelikler, cinsellik, bilim, sanat, toplum modeli, iktisadi model ve İnsan-Doğa ilişkisi de yeniden tanımlanır.

Bugünkü toplum “Geleceğin toplumunun” bireylerini üretememektedir. Bu noktaya takılıp kalmış olmamızın nedenlerini irdeledikçe aydınlanacağız. İnsan varlığının hayvansal hücre biyolojisi üzerine oturmuş olmasını da yadsıyamayız. Bugünkü haliyle insanı içten içe yöneten bu “yer” dinamikleri ve bu dinamiklerin kurumsallaşmış olmalarına da uyanmalıyız. İnsan hayvanlıktan uzaklaşmadıkça kendi potansiyelinin tadına varamaz. Dolup boşalmalarla özetleyebileceğimiz hayvansal döngülerin elindeki birey asla aradığı güveni ve tatmini bulamaz. Hep parçalanmış olarak yaşamaya devam eder. Şekilsel çözümler hiç bir şeyi halledememektedir.

2014-08-03 19.57.35

Sonuç : Doğası gereği kadın “İnsanlaşma” yolunu açmaya en uygun taraftır. Bunu da erkek üzerinde “Beyaz bir etki” uygulayarak yapacaktır. Bilinçli bir şekilde bu çatışmasız “Beyaz etki”ye teslim olan erkek yaşarken doğacaktır. Kendi ruhsal kadınlığını keşfetmemiş kadın, biyolojik yoldan çocuk sahibi olsa dahi, içsel çatışmasını dışa “Siyah Etki” olarak yansıtacak, ruhsal anne olmayı bilmediği için sosyal açıdan tek geçerli model olan bir yarım-erkeğe dönüşecek, karşısındaki erkekle çatışacak, onu her sözü ve hareketiyle hadım etmeye çalışacaktır. Bunun ilk sonucu sevginin ölmesidir. Oysa ruhsal doğum sürecinin ilk tetikleyicisi sevgidir. Doğma yolunda ise birey, “sevmenin” yasaklandığı bir dönemde olaylar dizisi tarafından sevmeye zorlanacaktır. Yaratılıştan gelen (ya da doğadan gelen de diyebiliriz) Beyaz etkiye sahip şifalandırıcı kadınların en ufak telkinleri erkekte ilham dalgaları yaratır ve sadece yaşamla buluşup kendine uyanmakla kalmaz, eserler de vermeye başlar. Geleceğin toplumundaki bireyler sağlıklı bir şekilde sevebilen insanlar olacaklar ve yeryüzünde kalıcı barış ancak böyle sağlanacaktır. İnsanın kaderi de, dini de, gizli potansiyeli de budur.

İnsanlaşma projesinin gereklerini ve dinamiklerini başka yazılarda ele alacağız.

Suavi Kendiroğlu, Temmuz 2015

Bu yazıdan anlam bütünlüğünü bozacak alıntılar yapılamaz. 

Yorum bırakın

error: Content is protected !!