Martı her gece rüyasında bir rüzgar görüyordu. Bütün martıların hayal edebileceği en muhteşem rüzgarı. Yeni hasat edilmiş tarlaların üzerinde dolanan sıcak bir esintiydi bu. Hızlı değil güçlüydü. Haziranda batan güneşin ısıttığı ekinlerin kokusunu taşırdı bulutlara. Rüyasında tüm gövdesini saran bu anaç rüzgarın onu çaba harcamaksızın göklere taşıdığını görür, yüreğinin yükseldiğini hissederdi. Tek arzusu bunu uyanıkken de yaşamaktı.
Her sabah, kendine gelir gelmez uykusundan kaçar, kardeşlerini bırakıp tek başına yükselirdi göğe. Üzerinden sabah kırağısının buzları dökülüverirdi. En yükseğe varınca kanatlarını olabildiğince açar ve o rüzgarı beklemeye koyulurdu. Böylece ne kadar beklediğini asla bilemezdi. Gözlerini diktiği ufku değil rüyasındaki günbatımını ve altın rengi tarlaları görürdü. Hayal ve gerçek karışırdı onun için.
Zaman geçti. Tüylerinin rengi değişti ama o rüzgar hiç gelmedi. Başka esintiler, fırtınalar geldi geçti. Hepsine sabretti, direndi, kimisiyle hoş vakit geçirdi ancak hiç biri onun yüreğini rüyasındaki gibi kanatlandırmadı.
Derken bir gün o denli soğuk bir fırtına esti ki, rüyasındaki his onu ısıtamadı. O gün, hep aynı yerde dikidiğini, aslında uçmadığını, kanat dahi çırpmadığını ve bu yüzden artık bir kuş olmadığını farketti. Malzemesi hayal olan bir iple yere bağlı bir uçurtmaydı o. “Ben bir uçurtmayım” dedi hayretle. “Ben bekleyen bir uçurtma oldum.”
Bu düşünceyle kendine gelip rüyasında gerçek ve kanat çırpan neşeli bir kuş olduğunu hatırladı. Kendi özüne ihanet edişine kızdı, yarattığı hayale küstü. Yürek acısına rağmen sırtını soğuk rüzgara döndü ve hayal ipini kopartıp uçmaya başladı.
İşte o an, yeniden kuş olduğu an, gerçek oldu rüyası. Haziran günbatımının ısıttığı ekinlerden yükselen anaç bir rüzgar onu kucaklayıp hiç bir martının ulaşamadığı yüksekliklere götürdü.
S.K. 2015