Sizlere başımdan geçen bir olayı anlatmak istiyorum. Bu hikayede yer alan ve bugün bazıları aramızda olmayan kişilerin gerçek kimliklerini, üzerlerinde bir yargı, haksız bir etiketleme oluşmasını engellemek için saklamayı tercih ettim. Kaldı ki bu hikayedeki kişilerin tümü olaylar boyunca bir dönüşümden geçmişlerdir.
Yaşamlarımızın bazı bölümlerinin anlatılacak kıvama gelmesi için düğümlerin çözülmesi, açık parantezlerin kapanması gerekir. Bunun ne zaman olacağını ise biz bilemeyiz. İşte bunlar olduğunda yaşam denilen cümlenin olumlu mu yoksa olumsuz mu biteceğini anlarsınız. Evet, yaşam türkçemiz gibidir. Örneğin “Ben geçen sene Ankara’ya kardeşimle birlikte iş gezisine git…..” cümlesinin sonunu görmeden öncesi hakkında bir yargıya varamazsınız. Oysa “yaşam cümleniz” onca isim, sıfat ve eylemle doludur. Ancak cümlenin sonunda belirecek olumlu ya da olumsuzluk anlaşılmadan bu kelimeler bütününün henüz bir anlamı yoktur. Durum böyle olunca şu iddialı önermeyi de kabul edebiliriz : Yaşam öyle çok boyutlu bir öyküdür ki, içindeki kişilerin hayatta olup olmamalarının dahi bir önemi yoktur. Şimdi bunun iyi bir örneği olduğunu düşündüğüm öyküme gelelim.
Bir zamanlar Fransa’da masa başı bir iş yapmaktan ve bunun getirdiği hareketsizlikten sıkılmış bir spora başlamak istemiştim. Nice araştırmalar sonucunca karşıma savaş sanatları seçeneği çıktı. Aikido ile başladım ve buna paralel olarak yürüttüğüm İaido adlı japon kılıç sanatıyla devam ettim. Türkiye’ye taşındığımda ise bu uğraşın ilk düzenli çalışmalarını başlatmış oldum. İaido aslında yalnız çalışılan bir dal. Zorluğu ise öğrenilen hareketler dizisinde ya da “senaryo”da, ki bunlara Kata adı verilir, görünmez rakipleriniz olmasıdır. Bu uğraşın getirilerini burada açıklamak zor. Kanımca İaido, iki uğraşın kesişim noktasında bulunuyor : Törensel yanı için Japon Çay Töreni (Cha no Yu) ve yalnız çalışılması açısından ok atma sanatı Kyudo.
Türkiye’de en başta sayımız çok azdı. Ama Fransa’dan 1. seviye siyah kuşak alarak döndüğüm için arkadaşlara yardımcı olabiliyordum. Fransa’daki kulübümden ve hocamdan da tam destek alıyorduk. Yırtdışından ziyaretimize gelen üst seviye arkadaşlarım bizi çalıştırıyorlardı. Hatta 3. seviyeye ulaştığım sene bir japon vatandaşı çıkageldi. Kendisi 5. dan (seviye) sahibiydi ve çalışacak bir Dojo (Yol mekanı) arıyordu. Stillerimiz uyuşuyordu ve ona grubun hocalığını teklif ettim. Bunu kibarca reddetti ve “Bir dojoda bir sensei olur. Benden tavsiye isterseniz elimden geleni yaparım” dedi. Yani 3. dan hocası, 5. dan japon asistanı olan süper bir kulüp haline gelmiştik!
Bir gün Beyoğlu’ndaki çalışma mekanımıza her zaman olduğu gibi bir öğrenci adayı geldi. İaido’nun diğer savaş sanatlarından ayrıldığını yukarıda anlamışsınızdır. Öğrenci profili de kendine has ilginçlikler gösteriyordu. Kendine çok güvenen ve “ben şöyleyim ben böyleyim” diyenler çıktığı gibi aşırı derecede kendine güvensiz olanlarla da karşılaşıyorduk. Ama ben söylenene değil, çalışmadaki azime, odaklanmaya, disipline bakıyordum. “Laf” kapının dışında kalıyordu. O gün gelen kişiyse fazlasıyla ilginç bir adamdı.
Yaşı 60larına yakın görünüyordu. Tarz olarak ona yaşlı bir “Harley Davidson’cuydu” desem yeridir. At kuyruğu yapılmış uzun gri saçları, zımbalı deri ceketiyle… Uğraşımın değişik sosyal sınıf ve yaşlardan insanı çekmesi bende gurur duygusu uyandırır. Gelenlerle tanışır ve önce izlemelerini öneririm. Bu kişi önceden gereken araştırmaları yapmış ve ne istediğini bilir göründü gözüme. Çalışmayı izledi ve çıkışta soyunma odasında oturup konuştuk. Çok sigara içiyor ve konuşurken öksürüyordu. Bana aynen şunları söyledi:
“Hocam ben japon kılıcıyla çok ilgiliyim. Yıllardır da bunun eğitimine ulaşmayı arzulamışımdır. Sizin çalışmanızı da çok beğendim. Savaş sanatlarından birinde antrenörlüğe kadar da yükseldim. Derslerinize katılmak isterim. Bir yandan da bu uğraşı yapmazsam dört yıl içinde öleceğimi biliyorum. Bunu nereden bildiğimi sakın sormayın ama biliyorum”
Bunlar daha önce duymadığım ilginç iddialardı ancak o zaman olduğum hoca için yine de hepsi laftan ibaretti ve gerçek olsalar dahi kapının dışında kalacaklardı. Aktardığım 500 yıllık gelenekle oynama özgürlüğüm yoktu. İaido’nun da kendince mistik bir öyküsü vardır. “İ-ai” prensipleri bundan 500 yıl önce, çaresizlik içindeki bir samurayın bir tapınakta yaptığı dualar sonucu ilham olarak gelmiştir. Bu gelenekteki yerimin her zaman farkında oldum. Çalışmalarda kendi kapılarımızdan geçer içimizde gitgide daha saf olan yerlere ulaşırız. Doğru tutum ve davranışlara sahipseniz zaman ve mekân yok olarak sizden önceki uygulayıcılarla buluşursunuz. Ama dışarıdan bakıldığında bu sadece fiziksel bir uğraştır.
Nitekim bu kişi öğrencim oldu. 20 ve 30lu yaşlardaki daha genç öğrencilerden daha devamlı biriydi ve onlara göre daha çok çaba gösteriyordu. Evet, teknik açıdan bakıldığında yeterince gevşeyemiyor, teslim olamıyor, bu işi beceremiyormuş gibi görünüyordu ama elimde bir ipli kuklaya dönüşmeyi candan kabul ediyor, hocasına gösterdiği saygıyla beni içimden mahcup hissettiriyor, bu açıdan grubumuzdaki herkese örnek oluyordu. Derslerden sonra hep birlikte çay içmeye gider sohbet ederdik. Bir defasında kurtulamadığı soğuk algınlığı nedeniyle benden Fransız Soğan Çorbası’nın tarifini istemişti. Hemen bir tarif bulup dilimize çevirdim ve “Abi” diye hitap ettiğim bu adama verdim. Bir süre sonra her öğrencinin başına gelebileceği gibi derslere o ilk sıklıkta devam edemedi. Arada sırada çıkıp geliyor ya da bir mail atıveriyordu. Sonra görüşmez olduk.
Derken bir Kurban Bayramı günü aralarında yaşlı öğrencimin de olduğu bazı arkadaşlarım bana internetten “bayram tebriği e-maili” gönderdiler. 2000’lerin ilk yıllarını hatırlayanlarınız olacaktır, o sıralarda asfaltta, yol kenarında, betonda kurban kesiliyor, mübarek hayvanların kanı lağıma gidiyor, ülke bir mezbahadan da öte ehil olmayanların elinde bir işkencehaneye dönüşüyordu. Kafamda ise bu yanlış uygulamaların “satanist” eylemlere yakın olduğu düşüncesi yankılanıyordu. İnançlı bir müslüman olarak bu durum “kanıma” dokunuyordu ve bir de üstüne değer verdiğim arkadaşlarım gündeme bakmaksızın bayramımı kutlayınca bardak taştı ve hepsine tepkisel bir mail ile yanıt verdim. Özetle şöyleydi: “Arkadaşlarım, olanları hepiniz görüyorsunuz. Ben Tanrı’nın böylesi bir pisliği bizden istemiş olacağına ihtimal vermiyorum. Şu günlerde benim Kurban Bayramı’mı kutlamazsanız size alınmam. Sevgiler”
Tek yanıt öğrencimden geldi : “Hocam sizi zaten sevip saygı duyuyordum ama şimdi sizin sayısı çoğalması gereken insanlardan olduğunuzu düşünüyorum. Saygılarımla”
Ben bu arkadaşlara mail atarken dikkatsizce hepsinin adresini zincir mail tabirine uygun şekilde “Giden” satırına dizmişim. Yani herkes birbirinin adını görüyordu. İçlerinden yine kaderin bir cilvesi olarak yaşlı bir “Harley Davidsoncu” görünümlü olan başka bir büyüğüm, ağabeyim, bir ışık savaşçısı ve beni telefonla arayarak şunları söyledi :
“Mailindeki adreslerde birinin ismini gördüm. Senin bu adamla ne işin olabilir? O çok ama çok tehlikeli biri. Sen kardeşimi uyarmak istedim”
Ben de ona “Sağol ağabeyim, seni elbette dinlerim. Ama bil ki, bu şahıs benim bir öğrencim ve inan çalışmalarda son derece uysal! Ama elbette ki seni dinliyorum…”
Bu konuşmada öğrencimin bir satanist olduğunu öğrendim. Bu beni uyaran kişiyi geçmişte büyü ile öldürmekle tehdit etmiş. Çünkü bu ağabeyim, satanistin bir kişisel gelişim merkezindeki yöneticiden habersiz gizli faaliyetlerini, deneylerini farkedip engellemeye kalkmış. Kısaca bunlar düşmandı. Kendim de internette bir araştırma yapınca bir derginin, satanist olduğunu öğrendiğim kişi ile yaptığı bir söyleşiyle karşılaştım. Meğer bunu çok önce de kolaylıkla bulabilirmişim. Ama bir araştırma yapma gereği hissetmemiştim. Söyleşiden kısa zaman önce, bazı gençler satanist ayin özentisiyle kedi kesmişler ve bu olay gazetelere düşüp büyümüştü. Hatta siyah tişörtlü metalci gençler bunlarla aynı kefeye konmuş, polis bazı kafelere “usulen” baskın yapmıştı. Kısa zaman sonra bu haberler unutulup gündemden düştü tabi. İşte bizimki söyleşisinde bu gençlerin ciddiye alınacak bir şey yapmadıklarını, bilinçsiz olduklarını söylüyor ve gerçek satanizmin ne olduğunu anlatıyordu. Dergide bir evde yapılmış cüppeli katılımcıların olduğu bir “Kara ayinin” resimleri de vardı. Yüzleri saklı, çember şeklinde oturup poz vermişlerdi. Bizimki Satan’dan doğrudan emir alabildiğini, gerekirse hiç çekinmeden insan kurban edebileceğini anlatıyordu. Kendisi bu konuda “bilirkişi” idi.
Bu bilgiler beynime girmişti girmesine ama kalbime bir türlü girmiyorlardı. Yani aklım temkinli olmamı söylüyor ama kalbim korkmuyordu. Üstelik öğrencime karşı olan sevgi akışı da kesilmemişti. İçimde bir gülümseme hissediyordum. Bunu takip eden ilk çalışmamızda o her zamanki saygıyla çaba gösteren yaşlı adamdı. Ben de gelenekteki yerimi aldım ve kafamdaki bilgileri çalışmanın dışında bırakıp eskisi gibi devam ettim. Yine birlikte çay içiyor, sohbet ediyorduk ve ruhsal konulara hiç girmiyorduk. İçimden “Acaba konuşmalı mıyız?” diye geçiriyordum. Nedense bunu hiç yapmadım. Sanırım ilk karşılaşmamızdan dört yıl kadar sonra da öğrencim akciğer kanserinden vefat etti.
Sonraki yıllarda zaman zaman, uğraştığı şeyleri kendisiyle konuşamadığım için büyük pişmanlık duydum. Sanki konuşur ve bilgi paylaşımı yaparsam bu adamı Şeytan’ın elinden alabilecektim. Bu belki de gizli bir kibirdi. Ama pişmanlık hissi gerçekti. Konuşsaydım ne çıkardı ki, ama artık çok geçti ve bununla yaşamak zorundaydım. Belki de onun durumunu bilmemin bana yüklediği sorumluluktan (müslüman sorumluluğu?) kaçmak ya da kayıp bir insana bilerek yardım etmemek de benim günahım olmuştu. Bu suçluluk duygusuyla bir daha her şeyi zamanında söyleyeceğime ya da yapacağıma, böyle bir duruma düşmeyeceğime kendi kendime söz verdim. En azından kazanç hanemde bu ders vardı. Bedeli suçluluk olan bir ders.
Bu verilmiş söz beni daha iyi ya da daha etkili bir insan yaptı mı bilmiyorum. Ama hiç şüphesiz kalbimde bir şey değişmişti. Sevgi kalbimde kalmış, ifade edilmemiş, yerine ulaşmamıştı. Muhatabım ölüp gitmiş, cümle ikimiz için de olmusuz bitmişti.
Ya da ben öyle sandım.
——
Bir gün Facebook üzerinden bir mesaj aldım. Genç biri bana “Bir zamanlar X adlı kişi ile İaido çalışıp çalışmadığımı” soruyor ve şayet o kişi isem benimle tanışmak istediğini söylüyordu. Tabi ki yukarıda anlattığım anıların yeniden deşilmesi bende şaşkınlık yaratmış “Hayırdır inşallah” dedirtmişti. Yanıtım olumlu oldu ve bu kişinin sohbet etme ricasını kabul ettim. Ancak ilginçtir ki, beni uyaran büyüğüm ile de bir hafta önce temasa geçmiş ve Boğaz kıyısında bir kafede sohbet etmek için sözleşmiştik. Bu eşzamanlılık da beni haliyle heyecanlandırmış, olacaklarla ilgili meraklandırmıştı. Kendisini yeniden arayarak bu olaydan bahsettim ve iki sohbeti denk düşürmeyi önerdim. O da merak ve ilgiyle kabul etti. Yaşamın bana getireceği yenilik ve yanıtlardan bir bölümünün aslında ona da ulaşacağını anlamıştım. Buna yardımcı olmalıydım. O da bunu bizzat deneyimlemeliydi. Yıllar önce aramızdan ayrılmış olan bir kişinin “cephesinden” yeni bilgiler ulaşacak olması ne hayal edebileceğim ne de kendi çabalarımla yaratabileceğim bir fırsattı.
Beklenen gün gelip çattı. Arkadaşım ile kasıtlı olarak daha erken buluştuk. Uzun zamandır görüşmemiş olduğumuzdan olup bitenlerin bir bilançosunu yaptık. Derken genç arkadaşımız geldi. Burada açıklamak istemediğim ve bana son derece zorlu gelen bir mesleği vardı. Son derece nazikti ve zeki olduğu her halinden belliydi. Özel hayatında ise alternatif tıp, masaj vb ile ilgiliydi. Zor bir iş yapıyordu ve bunu dengeleyecek başka arayışları olması normaldi. Sohbetimizin bir yerinde Siparişlerimizi alan garson yanımızdan uzaklaşıp da sadede gelmeye karar verdiğimizdeyse ona şunu söyledim : “Ben X ile olan bütün sohbet ve paylaşımlarımı sana hiç sansürlemeden anlatırım. Ama senin neyi aradığını da doğrusu merak ediyorum”
Yanıtı şöyle oldu : “Merhumun öğrencisi olmuş bir grubu temsilen geldim aslında. ‘Majik’ etkiler konusunda hâlâ çalışmalar yapıyoruz. Ustamız kendi ekolünü kurmuştu. Ancak son zamanlarında hocamızın birinin ya da bir şeyin etkisiyle değiştiğini, farklılaştığını gözlemlemiştik. O hayattayken de bu bilgiye ulaşamadık. Şimdi bu değişimin kaynağını arıyoruz”
Ben söz verdiğim üzere, yukarıda okuduğunuz hikayemi, tanışmamızı anlatmaya başladım. O esnada masamızda bulunan ağabeyimin kimliğini genç adama ifşa etmedim. Anlattıklarım bitince de, devam eden sohbetimize zaman zaman soru ya da yorumlarla dahil oldu. İkimiz de kendimizce bu gencin bilgisini arttırmak istiyorduk. Büyü etkileri yaratmak için deneyler yapan bu insanlar yaptıkları işe ve arayışlarına daha geniş çerçeveden bakmalıydılar. Bazen başarının daha yüksek bir otoritenin iznine tabi olduğunu ve bunun aslında bir sınav olabileceğini anlattım. Yani sizin başarı dediğiniz şey aslında başarısızlığınız olabilirdi. Örnek verirsek, evdeki bir bibloyu kırıp bundan hoşlanan çocuğun “başarısı” gibiydi bu.
Sözler tükendi, bir sessizlik oldu, zaman doldu ve masadan kalktık. Genç adamla birlikte otobüs durağına doğru yürüdük. Alışılmış teşekkür, yeniden görüşme temennisi ve veda cümlelerinin arasında elimi sıkarken bana şunları söyledi : “Size çok teşekkür ederim. Bugün hocamızın kimden etkilendiğinin yanıtını buldum.”
Benim için de parantez kapanmış, geçmiş yeniden yazılmış oldu. Zaten merhumun o arınmış ve “pür-i pak” hali hafızamdan hiç silinmemişti. Sadece şükrettim.
Ortak yaşamdaki yerlerini bulmak için insanların bedenen hayatta olup olmamaları pek de önemli değil. Ben de yapamadığım için üzüntü duyduğum şeyi aslında fazlasıyla yapmış olduğumu öğrendim. İlgimle, iletişimdeki ritmimle ve bazen de sessizliğimle yapmıştım bunu. Belki de zamanında bunu sözlerle, koruyuculuk güdüleriyle yapmaya kalksaydım her şeyi berbat edebilirdim. Sonuçta olabileceklerin en güzeli olmuş meğer. Geçmişi eksik okuduğumu ya da geçmişimizin yeniden yazılabileceğini öğrenmekle kendime verdiğim cezadan kurtulmuş, vicdan hapishanesinden çıkmıştım.
Aslında bütün bunları yaşarken büyük resmin sadece bir parçası olduğumu, yaşam tarafından kullanıldığımı, hem de bir yem olarak kullanıldığımı sezmiştim. Yaşlı adam bende ne görmüş, ne bulmuştu? Kendimize asla başkasının gözleriyle bakamayız. Başkaları için ne ifade ettiğimizi asla tamamen bilemeyiz. Bir insana bakarken çocukluğumuzu, yitip gitmiş masumiyetimizi görüp hatırlar mıyız acaba? Kendimizi hatırlar mıyız? Ya da sahip olunamamış bir evlat mı görürüz genç bir insanda. “Hepsi bir arada” diyesim var.
Ama benim için en büyük ders şu oldu : sadece gereken yerde olarak, sabırla ve kalbimizi dinleyerek hayattaki yerimizi alabiliriz ve bunun müthiş bir etkisi var. Kaygılanmanıza ya da insanları ikna etmek için çenenizi yormanıza da gerek yok, kendiniz olun yeter. Bulunduğunuz yer sizin misyonunuz, çevrenizdekiler de sorumlu olduğunuz varlıklar. Farkında olmasak da insanlarla aramızda bir ruh simyası gerçekleşmekte. Bilinçaltılarımız birbirine akmakta. Görünürdeki bireyselliğin ve ayrılığın ardında görünmez iplerle birbirimize bağlıyız. Işıktan ipler bunlar. Sanırım bunda yetkinleşmenin yolu kalbin rehberliğinde buna izin vermekten geçiyor.
S.K. Nisan 2016
(Bu yazıyı referans göstermeden ve kısmen alıntılayarak yayınlamak Telif Hakları ve Fikir Eserleri Kanunu gereğinde cezai işlem gerektirir)
İyi niyetli bir insan olarak yaşamda pek çok güzel iş yaptım. Ama beni en çok mutlu eden dönüşler, her hangi bir özel niyet, özel amaç taşımadan çoğu kere farkında bile olmadan yaptığım ve unuttuğum işlerden oldu. Niyet ne kadar iyi olursa olsun ego, ben işe giriyor. Sınırlı bir bilinçle “pek çok güzel iş yaptım” dahi diyebiliyorum. Sonra gerçeğin aynasında görüyorum ki sahiden doğru ve güzel işler yaptığım olmuş ama onlarda ben yokmuşum, başka yasalar çalışmış. Bunu kullanılmışlık olarak görmüyorum. Sadece o sırada “ben” dediğim yanlışlığın dışındaymışım. Anlattığınız öyküde olduğu gibi. Keşke her zaman o saflıkta olabilsem.