Morniel Mathaway Nasıl Keşfedildi?

Mornial Mathaway’in keşfedilmesinin ardından bu kadar değişmiş olması herkesi hayrete düşürüyor. Ben hariç herkesin hafızasında Greenwich Village’li, yetenekten mahrum, az yıkanan, iki cümlesinden birine “Ben”le başlayan, üç cümlesinden biriniyse “Bizzat”la bitiren bir ressam var. İkinci sınıf bir sanatçı olduğundan şüphe eden ama itiraf da edemeyenlerin hastalıklı gururu vardı onda ve ukalâlıklarıyla kendini dinleyenlerin sabrını taşırırdı.

morniel06

Ondaki değişikliği, beklenmeyen başarısını, abartılı tevazuunu anlıyorum. Keşfedildiği gün orada olduğumu belirtmeliyim. O gün tam da onun keşfedilmesinden konuşuyorduk. Bleecker Street’deki stüdyosunda bulunan yegâne sandalyede dengede durmaya çalışıyordum. Çünkü koltuğa oturmak için biraz fazla akıllıydım. Morniel kirasını bu yıpranmış, oturma yeri hem fazla yüksek hem de geriye kaykılmış koltuk sayesinde ödüyordu. Oturur oturmaz cepleriniz boşalmaya başlar, içinde ne var ne yok koltuğun minderine dökülüverirdi. Bozuk para, anahtarlar, cüzdanlar… delikli tahta ve paslı yay ormanı içinde yitip giderdi. Misafirler gidince koltuğu söker, bir bakkal gibi günün hasılatını hesaplardı.

Tabii ki sandalye daha tehlikesizdi ama düşmemek için insanüstü bir güç sarf ederdiniz. Morniel ise kendini riske atmaz, yatağa otururdu.

“Bir gram beyni olan bir eleştirmenin ya da bir galericinin gelip eserlerimi göreceği günü bekliyorum. Bu olacak, biliyorum, olacak. Yapıtlarım fazla iyi. Bazen ben bile korkuyorum. Bir insan için fazla yetenek var bende.”
“Tabii öyle” dedim. “Ama şeyi de hesaba katmalı…”
“Yok! Bu yetenek bana fazla geliyor demiyorum.” (Yanlış anlaşılmaktan korkarak) “Ensem kalın biliyorsun, cesaretim de var. Biliyor musun ne düşündüm bu sabah? Picasso’yu. Ve Rouault’u. Washington Square’de yürürken kendi kendime : Günümüzde gerçekten önemli eserler veriliyor mu? dedim. Büyükler içinde kim gerçekten büyük ? Böylece sadece üç isim geliyor aklıma : Picasso, Rouault ve ben. Başka hiç kimse gerçek anlamda geçerli ve özgün iş çıkaramıyor günümüzde. Üç isim sadece. Bir düşün, gezegeni kaplayan ressamlar sürüsü içinde üç isim. Heyhat! İnsan kendini ne de yalnız hissediyor Dave!”
“Seni anlıyorum dostum Morniel, ama bir yandan sen…”
“Ve dahası kendime soruyorum : Bu niye böyle? Neden deha bu kadar kıt?”

Pittsburg, Pensilvanya’dan NewYork’a göçen bu genç adam traş olmayı pek sevmez ve kendini ressam sanırdı. O zamanlar Gauguin’i beğenip taklit eder ve saatlerce Pittsburg sinemalarında öğrenilmiş Brooklyn aksanıyla, taşralı basitliğinin mistik yönü hakkında konuşurdu. Sakal uzatıp Art Students League’da birkaç ders gördükten sonra Gauguin’i unuttu. Yavaş yavaş kendi tekniğini oluşturdu : üst üste lekeler. Resimleri kötüydü işte. İyi niyet bile bunu başkaca söyletemez kimseye.

Uzun zaman iki modern ressamla atölye paylaşmış ve bir üçüncüsüyle evli kalmış olmama rağmen bu benim kişisel fikrim sayılmaz. Resimden anlayan ve işlerini tarafsızca incelemiş, hiçbir kastı olmayan kişiler de böyle düşünüyorlar. Onların arasında harika bir eleştirmen vardı. Soyut sanat konusunda uzman olan bu zat Morniel’in bana verdiği, bütün karşı çıkmalarıma rağmen elcağızıyla şöminenin üstüne astığı tabloya ağzı açık bir süre baktıktan sonra :

“Mesele yalnızca plastik ve grafik anlamsızlığı değil bunun. O kadar ki, resimsel hiçbir sorun doğuramaz. Beyaz üstüne beyaz, çakışmış lekeler, muğlaklık, yeni-saçmalık ya da ne derseniz deyin tam anlamıyla sıfır, sıfır, sıfır! Bu yalnızca şehri kirleten, pis sakallı, boş gezen bir herifin işi.” demişti.

Bu durumda neden Morniel’le vaktimi kaybettiğimi sorabilirsiniz. Aslında komşuyuz. Ona sadece üç evlik mesafede oturuyorum. Bir de arasıra canımı sıkan bir şiir üzerinde bütün gece çalışınca, edebiyattan başka şeylerden konuşmak için ona uğrarım. Onunla gerçek anlamda konuşmak da mümkün değildir. Monoloğunun arasına bir iki kelime sıkıştırabilirsem ne mutlu bana.

Morniel’le aramızdaki fark, benim eserlerimin az satan avant-garde dergilerde de olsa yayınlanmış olmaları. Onun yaptıklarıysa bir kerecik olsun sergilenmiş değiller.

morniel05

Doğrusu onunla dostluğumun başka bir nedeni de sahip olduğu tek gerçek yetenektir. Maddi açıdan durumum biraz sıkışık. Yazmak için güzel bir kâğıt, kitaplığım için ender bulunan pahalı kitaplar gibi almaya gücümün yetmeyeceği pek çok şey var. Canım son çıkan Wallace Stevens derlemesini çekmişse dostuma uğrar bu alamadığım kitaptan bahsederim. Ardından kitapçıya uğrar, içeride ayrılırız. Ben baskısı tükenmiş ya da ateş pahası bir kitaptan söz açarak kitapçıyı meşgul ederken Morniel, Stevens’in kitaplarını yağmalar. Tabii elim bollaşınca bunların parasını ödemeye niyetliyim. Dostum müthiştir. Hiç kimse ondan şüphelenmez ve asla yakalanmamıştır. Doğal olarak ona bunun karşılığını sanat malzemeleri dükkânında öderim. O da boya ve fırça ihtiyacını aynı yolla karşılar.

Anlayacağınız ilişkimiz karşılıklı bir alışverişe dayalıdır. Bunun sıkıcı yanı, beni hiç ilgilendirmeyen ve saatler sürebilen konuşmalarını dinlemek zorunda oluşumdur. Bir de onun, aşırdığımız malzemenin parasını birgün ödemeyi aklından bile geçirmeyişi vicdanımı rahatsız ediyor. Her neyse, ben elime para geçince kitaplarımın parasını ödeyeceğim.

Bir keresinde :
“Benim ‘tek’ oluşum akıl almaz bir şey.” diyordu. “Hiç şüphesiz başkaları da benim sahip olduğumun kat kat üstünde yeteneklerle doğuyorlar ancak sanatsal olgunluğa erişemeden köreliyorlar. Neden? Nasıl? Toplumun bundaki rolü sorgulanmalı…”
“Toplumun” kelimesi ağzından çıktığı anda karşı duvarda, kare biçimli bir kutu oluşturan kırık şekiller, içinde de mor renkte ışıklı bir insan şekli gördüm. Şekil yerden bir metre yüksekte oluşmuştu. Ansızın yok oldu, ışığın ürpertisi de silindi. Serap mı? Herşeyden önce mevsim yaz değil. Görsel yanılgılara pek kapılan biri de değilimdir ben. Yoksa hayal gücümü harekete geçiren atölyenin duvarında oluşan yeni bir çatlak mıydı? Yağmur yağınca bazen su acınacak haldeki duvara sızar, canına okurdu. Ya mor ışıklar? İnsan şekline ne demeli? Bir çatlak için biraz karışık değil mi tüm bunlar? Hem niçin yok oldu?
Derken tiz bir notalar dizisi duyuldu. Odanın ortasında yerden elli santimetre yüksekte mor çizgiler yine belirdiler. Sisli, şeffaf ve bir insan şeklini çevreler bir halde… Aynen ilk defasında olduğu gibi… Morniel hızla döndü ve sabit gözlerle :
“Ne…ne… “
Kutu yine yok oldu.
“Ne oluyor yahu?”
“Bilmiyorum ama çok güzel bir etkisi var.”

morniel03

Notalar yeniden duyuldu ve mor kutu ortaya çıktı. Bu sefer yere değiyordu. Rengi gitgide koyulaştı. Notalar da pesleşip duyulmaz oldular. Şekil tamamen matlaşınca kutunun üzerindeki kapı yana kayarak açıldı. Bir adam çıktı içinden. Süslemeleri sarkan bir elbisesi vardı.

Bir an bana baktı, sonra Morniel’e döndü.
“Morniel Mathaway?”
“E… evet.” Buzdolabına doğru birkaç geri adım attı.
“Sevgili Morniel Mathaway. Adım Glescu ve size M.S. 2487 yılından selamlar getirdim.”
Susmuştuk. Kalkıp Morniel’in yanına gittim.
“Ve şimdi el sıkışarak 20. yüzyılın tipik bir törenini yerine getirelim.”
Tören yapıldı. El sıkıştık. Glescu bana çin lokantasında çubuk kullanmaya çalışan Iowa’lı bir çiftçi gibi görünüyordu.
Glescu : “Ne an değil mi? Ne müthiş bir an. Böyle düşünmüyor musunuz ? “
Morniel : “Niçin öyle olsun ki? Siz zaman makinasının mucidi misiniz?”
Glescu : “Mucit mi ? Ben mi ? Hayır kesinlikle değilim. Zamansal taşıma Antoinette Ingeborg tarafından bulunmuştur. Ama bu önemsiz, sizin çağınızdan sonra olan birşey. Detayları bir yana bırakalım, sadece yarım saatim var.”
Dave : “Niçin sadece yarım saat?”
Glescu : “Skindrom’u daha fazla burada tutamayız. Bu sizin çağınıza transferi sağlayan cihazın adı. O kadar büyük bir enerji harcıyor ki, zamanda yolculuğunu yalnızca elli yılda bir gerçekleştirebiliyoruz. Bir çeşit Gopel haline geldi. Doğru dedim değil mi? Şu önemli ödülün adı. Gopel…”
Dave : “Nobel mi demek istiyorsunuz? Nobel ödülü…”
Glescu : “Evet! Nobel! Zamanda yolculuk artık bir ödül gibi hak eden bilimadamlarına veriliyor. Şimdiye kadar hep tarihçilere verildi. Onlar da şuncacık yarım saatlerini Truva’da, Los Alamos’taki ilk atom bombası denemesinde, Amerika’nın keşfinde, bunun gibi yer ve zamanlarda ziyan ettiler. Ama bu yıl…”
M : “Evet! Siz hangi bilim dalındansınız?”
G : “Bir bakıma ben de tarihçiyim ama uzmanlık alanım sanat tarihi. Uzman olduğum konu ise…”
M (telaşla) : “Neymiş? Neyin, kimin uzmanısınız ? “
G : “Sizin Bay Mathaway. Tüm alçakgönüllülüğümle, çağımın en büyük Morniel Mathaway uzmanı olduğumu söylersem sanırım bana karşı çıkacak kimse bulunmaz. Evet bayım, uzmanlığım sizsiniz.”

morniel04

Morniel’in suratı çarşaf kadar beyaz kesilmişti, gidip yatağın kenarına oturdu.
“Demek oluyor ki be… ben… meşhurum.. bu kadar meşhurum…”
“Meşhur mu? Ama beyefendi siz meşhurdan da ötesiniz. İnsanlığın çıkardığı pek az ölümsüzden birisiniz. Son kitabımda da belittiğim gibi : Morniel Mathaway dünyaya yeni bir çehre verdi, bir tek insanın çabaları pek az kereler…”
M (ağlamaklı) : “Meşhur?”
“Evet meşhur. Modern resim kimin sayesinde gerçek doruğuna ulaştı? Kimin renk ve çizgi anlayışı beşyüz yıldır mimariye hükmediyor? Kim şehirlerimizi, oyuncaklarımızı, hatta giysilerimizi şekillendirdi?”
Şaşkın : “Ben mi?”
“Siz! Ah! Sizi kimle kıyaslamalı bilmem ki?”
“Rembrandt?”
“…”
“Vinci?”
“Rembrandt ve Vinci’yi sizinle aynı kefeye koyamayız. Onlar asla sizdeki evrenselliğe, kozmik duyuya sahip olamadılar. Sanırım bir benzeriniz ancak edebiyatta bulunur. Shakespeare belki. İnsanı ve evreni kavrayışı, şiirindeki eşsiz müziği ve ingiliz dilinin gelişimine olan katkılarıyla Shakespeare. Ama o bile…”, üzgünce başını sallar.
M : “Hay Allah!”
D : “Shakespeare demişken. David Dantziger adlı bir şair tanıyor musunuz? Acaba eserlerinin birazı da olsa size ulaşabildi mi?
G : “Siz misiniz?”
D : “Evet. Dave Dantziger benim.”
G : “Hatırlayamadığımı itiraf etmeliyim. Hangi ekole dahil yapıtlarınız ?”
D : “Birçok adı var. Karşı-Hayalcilik en tanınmışı. Ya da belki Post-imajizm…
G : “Hayır. Bu çağdan tanıdığım tek şair Peter Tedd.”
D : “Peter Tedd mi? Hiç duymadım.”
G : “Daha henüz keşfedilmediğindendir. Unutmayın ki bir edebiyat uzmanı değilim. Belki de bu bilgilere sahip biri sizi hemen tanırdı.”
Morniel sırıtarak bana bakıyordu. Glescu parmağına baktı. Renkli bir şerit kısalıp ucundaki “son” işaretine yaklaşıyordu. Telaşla :
“Vaktim azalıyor. Acaba şu an üzerinde çalıştığınız eseri görmem mümkün mü?”
“Tabii ki. Sizin için herşeyi yaparım.”
Glescu yutkundu. Sanki önünde cennet kapıları açılmıştı.
“Bitmemiş bir Morniel Mathaway görmek, henüz kurumamış boyayı hissetmek!”
Gözlerini kapadı.
Morniel şövalesine gidip asil bir hareketle tuvali örten bezi sıyırdı.
“Sanırım ona Şekilsel Figürler no:29 diyeceğim.”
Glescu gözlerini araladı ve öne eğilerek :
“Ama… Bu sizin değil Bay Mathaway…”
Morniel döndü ve şaşkın, bir gözü tabloda :
“Yok, yook. Tamamen benim. Şekilsel Figürler no:29. Tanıdınız mı?”
“Hayır. Tanımıyorum. Ama çok mutlu olduğumu belirtmeliyim. Başka birşey görebilir miyim lütfen? Daha geç bir eser?”
“Ama bu en sonuncusu.” (Şüpheli bir tavırla). “Geri kalanı hep öncekiler. Bakın belki bunu seversiniz”. Kutudan bir tuval çıkardı. “Bu, Şekilsel Figürler no:22. İlk devremden en iyi örnek.”
Glescu’nun tüyleri ürperdi : “Üstüste gelmiş pisliklere benziyor!”
“Aynen! Ben buna Çakışık Lekecilik diyorum. Bakın bu da Şekilsel Figürler no:…”
“Bay Morniel n’olur bana bu şekilsel figürlerden başka birşey gösterin. Renge ve forma sahip birşey.”
Morniel kafasını kaşıdı.”Bekleyin!”
Tozlu bir tuval gösterdi. “İşte ilk çalışmalarımdan. Elimde bir bu var.”
Glescu üzgün : “Bunları niye saklamadığınızı anlıyorum.”
Morniel telaşlanıp bütün tuvallerini atölyeye yaydı. Glescu gözleri yerde :
“Anlamıyorum. Bütün bunlar tekniğinizi ve stilinizi bulmadan önceye ait olmalı. Ama ben yine de bir deha izi görmeye çalışıyorum. Tüm gördüğüm…”. Başını salladı.
“Ya bu?”. Morniel ümitsizliğe kapılmıştı.
Glescu tuvali eliyle iterek : “Acıyın. Göstermeyin bana bunları!”
Parmağına baktı. “Vaktim çok az. Size birşey göstermeliyim.”
Mor kutusuna girdi ve elinde bir kitapla çıktı. Yaklaşmamızı işaret etti. Morniel ve ben omzunun üstünden baktık. Sayfalar beyaz ve kaygandı. Kağıttan değildiler. Kapaktaki başlık ise şöyleydi :

MORNIEL MATHAWAY’İN BÜTÜN ESERLERİ 1928-1996

“1928’de doğmadın mı?” diye sordum.
“23 mayıs 1928”
68 yıl. Fena değildi bu süre. Ne zaman öleceğini bilmek herkese nasip olmazdı.

Glescu sayfaları ilk röprodüksiyona kadar çevirdi. Şimdi bile o anı hatırladıkça bacaklarım titriyor. Çok renkli, varlığını hayal bile edemeyeceğim soyut bir tabloydu bu. Gelmiş geçmiş bütün soyut sanat eserleri bunun yanında çocuk oyuncağı kalırdı. Gözleriniz resim sanatına ne kadar alışık olmasa da bundan zevk alırdınız. Duygusallık etmek istemem ama gözlerim yaşlarla dolmuştu. Güzelliğe duyarlı olan herkes aynı şeyi yaşardı.

Morniel : “Haa! Bu mu?” diye bağırdı. “Bularla mı ilgileniyorsunuz siz! Önceden söyleseydiniz ya.”
Glescu Morniel’i tişörtünden yakaladı : “Böyle tablolarınız mı var yani!”
“Hayır. “Tablolar” değil. Sadece bir tane. Bir tek. Geçen hafta eğlenmek için yaptım. Bu binada oturan bir kıza hediye ettim. Bakmak ister misiniz?”
“Hemen!”
Morniel kitabı aldı ve kayıtsızca yatağın üstüne fırlattı. “Gelin öyleyse. Bir iki dakika alır sadece.”
Bizimle iki kat inip bir kapıyı çaldı. Bekledik. Yine çaldı. Kimse açmıyordu.
“Hay Allah evde değil. İlgileneceğinize emindim halbuki.”
“Tabii ilgileniyorum! O kadar da az vaktim kaldı ki…”

Morniel parmak şıklattı : “Durun bir fikrim var. Anita’nın iki kedisi var. Onlarla ilgilenmem için bana anahtarını bırakır. Hemen gidip getiririm. Gitmeden önce bana bir göz kırptı. Bu : “Konuş onunla, dikkatini çek” demekti. Mağazaları talan taktiğiydi bu onun. Şimdi kitabı saklayacak; Glescu ise vakti kalmayınca çekip gidecek; Morniel’e ise oturup kitaptaki tüm resimleri taklit etmek kalacaktı.

D : “Siz de resim yapıyor musunuz Bay Glescu?”
G : “Öyle mi görünüyorum? Tabii gençliğimde sanatçı olmak isterdim. Birşeyler karaladım ama sanat üzerine yazmak, yapmaktan daha kolay geliyor insana. Ama şu gördüklerim yaşamımın en büyük hayal kırıklığı. Size böyle söylememeliyim. Onun arkadaşısınız.”
D : “En iyi arkadaşı. Tabii bunun pek bir anlamı yok…”
G : “Tanrım vaktim bitti gibi…”
Merdivenleri dörder dörder çıktı.
“Gitmiş! Beni burada bırakmış. Kapıyı kapamanın geri gitmek için yeterli olduğunu anlamış olmalı.”
D : “Evet çok namussuzca” Pişmandım. “Ama şimdi gerçek bir kahraman olacak!”
G : “Şüphesiz ama ya resim yapmasını isterlerse?”
D : “Aman canım, mutlaka eserlerinden daha iyisini kendisinin bile yapamayacağını söyler onlara. Kendi hakkında konferanslar verir. Sizi aramaya gelirler mi?”
G : “Hiç şansım yok. Geri dönmediğin taktirde sorumluluğun sana ait olduğunu belirten bir kağıt imzalatırlar. Elli yıl sonra ise bir araştırmacı ya Buda’nın doğumuna gider ya da Bastil’in alınmasına. Tamamen kapana kısıldım burada. Zamanınızda yaşam çok güç.”
D : “Yok o kadar değil. Ancak bir sosyal sigorta kartına ihtiyacınız olacak. Sonra FBI size bazı sorular sorar. Hem ülkede kaçak olarak bulunuyorsunuz.”
G : “Aman Yarabbim! Siz bunu yaşamak mı diyorsunuz?”
D : “Dinleyin, bir fikrim var! Morniel’in bir sigorta kartı var. İki yıl önce birkaç hafta çalışmıştı. Şu çekmecede de doğum belgesi ve diğer kartları var. Niçin onun yerini almayasınız?”
G : “Ama nasıl olur? Anası babası, dostları yok mu?”
D : “Ailesi yaşamıyor. Arkadaşlarına gelince de, benden başka kimse yok. Eminim altından kalkarsınız. Sakal uzatıp boyatın. En zoru hayatınızı kazanmak olacak. Bildiğiniz hiçbirşey henüz gerçekleşmedi çünkü.”
Ceketimin yakalarına sarıldı.
G : “Resim yapabilirim! Hep bunu hayal ettim. Yeteneğim yok biliyorum ama henüz bilinmeyen stiller ve grafik yenilikler biliyorum. Bunlar yeter bana. Üçüncü sınıf bir ressam olabilirim belki de…”
Evet, bunlar yeterliydi. Hem de birinci sınıf bir ressam oldu. Glescu-Morniel Mathaway, zamanımızın en büyük sanatçısı! Ve en mutsuzu…
G. son sergisinde : “Bu insanların nesi var? Bana niye böyle iltifat ediyorlar. Bende bir gram yetenek yok. Bütün eserlerim ikinci elden zaten. Orijinal birşey yapmak istedim, bana ait birşey ama o kadar Mathaway’a boğulmuşum ki istasem de başka birşey yapamıyorum. Şunlara bak.”
D : “Kimin öyleyse bunlar?”
G : “Mathaway’ın tabii ki!” (Acı acı) “Zaman paradoksunun imkansız olduğunu savunduk hep. Bu konuda kitaplıklar dolusu yazı yazıldı. Zaman uzmanları mesela bir tablonun, gelecekteki röprodüksiyonundan kopyalanmasının imkânsızlığını savunurlar. Çünkü o tablonun ressamı olmaz o zaman! Ya ben ne yapıyorum? Oturmuş bu kitabı kopyalıyorum.
Ona gerçeği söylemeyi çok isterdim. Gerçekten değerli biri olduğunu. Hele Mathaway’a kıyasla. Ama yapamam.
Görüyor musunuz olanı? Olanca gücüyle tabloları kopya etmemeye çalışıyor. Bunun için acı çekiyor. Kitaptan konuşulmasını bile istemiyor. Hatta kitabı unutmuş bile!

Ama bu beni şaşırtmıyor. O gerçek Morniel Mathaway ve zamanda hiçbir paradoks yok. Ama tabloları kopyalamayıp kendisinin yaptığını söylesem zaten azıcık olan kendine güvenini de yitirirdi. Bırakıyorum kendini sahteci sansın. Oysa ne büyük bir sanatçı o.

“Haydi tasalanmayın” diyorum. “Önemli olan yapıtlarınızın satması…”

morniel01

Yazan : William Tenn / Çeviren : Suavi Kendiroğlu 1991, Tarabya

1920’de doğdu. Gerçek adı Philip Klass’tır. Yazmaya 1946’da başladı. Çoğu, önemli yazarlarından olduğu Galaxy dergisinde, 50’li yıllarda olmak üzere 50 öyküsü yayınlandı. Mizah anlayışı ve alaycılığı ile birlikte eserlerinde hüznü dışlamaz. 1959’dan beri çok ender öykü yayınlamıştır. Uzun yıllar Pensilvanya Devlet Üniversitesi’nde Bilimkurgu Yazarlığı eğitimi vermiştir. 1968’de “İnsanlar ve Canavarlar” adlı bir romanı yayınlanmıştır. Ayrıca bilimkurguda çocuğun yerini ele alan “Harika Çocuklar” adlı bir antolojisi de vardır.

https://en.wikipedia.org/wiki/William_Tenn

Radyo piyesinin ses dosyasını dinlemek için buraya tıklayın

Yorum bırakın

error: Content is protected !!