Bugün baharın ilk günlerinden. İnsan ne giyeceğini şaşırır ya, öyle. Şehirde köyde hayat tomurcuklanıyor. Tepemizde aynı mavi gök, fışkırabildikleri her köşeden çıkan yeşil otlar. “Dışarısı” diye bir yer olduğunu hatırlıyor insan ve evden ya da işten çıkıp can-ı gönülden yürüyor. Yürümeli.
Yürümeli çünkü yol üzerinde dostlar bizi bekliyor. Kafasını kimin okşadığına bakmadan mırıldanan kedi, bir dakikalığına sizin olan köpek, mevsimi uzatmaya çalışan kestaneci, hepsi küçük bir sohbete hazırlar.
Böyle bir yürüyüşte duraklar olmalı. Nefesler, esler olmalı. Bazen geldiğiniz tarafa dönüp bakmalısınız. Bambaşka bir yol bu. Durduğunuz yerde kendi etrafınızda şöyle bir dönmeli belki de. Öylesine geçip gitmemeli.
Ve ağaçlar.
Ben de çıktığım merdivenlerin köşesindeki gövdesi boğumlu incir ağacına baktım. “Bu mesafe neden? Ona neden dokunmuyorum ki?” dedim kendime. Sahi, nedir bu geçip gitmeler? Nedir bu filozof takılmalar? Ne bu acele? Arkamda kovalayan varmış gibi.
Elimi ağaca uzatıp avucumu yasladım.
Bir kalp atışı “duydu” elim.
Yemin ederim ağacın kalbi atıyordu.
Yoksa elimden yansıyan benim kalp atışım mıydı?
Ne de güçlüydü ama: Güm, güm, güm…
Mantık ve bilim ne açıklama getirirse getirsin, yemin ederim ağacın kalbi atıyordu.
O an öyleydi benim için.
Boşuna ikna etmeye çalışmayın, bu hep böyle kalacak.
Ağaçların kalbi atarmış demek ki. Öğrenmiş oldum.
Bir de üstüne, bizim kalbimizi bize hatırlatırlar.
Onlar ve diğer dostlar olmasa, biz insanlar bu bahar gününde bile yüreklerimizi hissetmeyiz.
Şimdi çıkıp o ağacı bulasım ve elimi koyup kalbimi dinleyesim var.
Güm… güm… güm…