Çiçekle bir konuşma

Baharın ilk günleri gelip soluduğum havanın formülü değişince çocukluğumdan bir şeyler hatırlarım.

Anılarımın değişmeyen dekorlarından başlıcası ayaklarımı altındaki çimenliktir. Tüm yeryüzünü kaplayan bir çimenlik. O makul boyutlardaki bahçe benim paha biçilmez ve engin dünyamdı. Çimlere doyasıya basardım çünkü orada iyi ya da kötü ot diye bir şey yetişmezdi. Yabandı, vahşiydi, gürdü. Çimen, kedi otu, yonca, annemlerin kıymetli saydığı hindiba ve adını şimdi bilmediğim nicesini, minicik kır çiçeklerini de barındırırdı. Papatyalar, mine çiçekleri… anneme topladığım, minik avuca sığan, minik bir bukete beş altı çeşit çiçek sığardı. Koparırdım evet. Çünkü bitmez tükenmezlerdi.

Bir gün o bahçeden çıktım ve dünyayı keşfetmeye koyuldum. On yıllar geçtikten sonra da içimde yaşattığım o bahçeyi özlemeye, ziyaret etmeye başladım. Sabahın çiği yeni kalktığında içime çektiğim havada kuzeyin nemi, biraz ot kokusu, biraz da rüzgar olurdu. Bu hava bedenimi üşütmeden diri tutardı. O anlara dönebilme gücüm var. Gizli bir güç bu.

Şimdi bunları size anlatıyorum ama anlattığım yerde kelimeler yoktu. Bu bahçe ıssız değil sözsüzdü. Meğer ne severmişim orayı.

Büyük bir insan olarak yollarda yürürken duvar çatlaklarında biten otlar ve kaldırımlara sığınmış yosunlar beni gözümden tanır. Onlardan bir şeycikler saklayamam. Bir göz kırpar muzipçe gülümseriz birbirimize. Benim gibi onların da bahçemden çıkıp dünyayı dolaştıklarını düşünürüm. Başkalarının büyük inançları, beklentileri olabilir ancak benim böyle minik inançlarım, sığınaklarım var. Çünkü bir zamanlar orada gerçekten bulundum. Somut şeyler iyidir.

Yine bir gün, Dünya’da gezerken, yaz akşamının kokuları coşturup havaya savurduğu bir aralık, önünden geçtiğim bir öbek sarmaşık çiçekten bir fısıltı geldi. Birisi uzun zamandır duymadığım bir dilde sızlanıyordu. Durdum ve onu hemen fark ettim. Başını diğerlerinden daha çok eğmişti. Gün batarken taç yaprakları kapanan kardeşlerinden daha büküktü boynu. Üzgündü sanırım.

“Neyin var?” diye sordum. Bunu gerek duyduğumda, insan, hayvan ya da bitki, herkese sakınmaz sorarım. Hatta taşlara bile.

“Üzgün müsün sen?”

Aslında şunu sormak istemiştim “Sen nasıl bir çiçeksin öyle? Tazecik, pespembe kızkardeşlerin bunca mutlu iken sana ne oluyor? Bir çiçek nasıl üzgün olabilir? Üzüntü insanın kuruntularından doğmaz mı?”

Sizin anlayacağınız bu felsefi bir soruydu aslında.

Duyduklarımdan, çiçeğin sadece üzgün olmadığını, korktuğunu da anladım.

“Bana ne olacak?”

Bunu derken titremişti.

Kısa bir sessizlik oldu. Donakaldım. Yanıtımın yeni bir soru olacağını fark ettiğimden olacak, bu yeni sorumun onu incitmesini istememiştim. Yeterince incinmiş görünüyordu çünkü. Bunun yerine zaman kazanmak için:

“Sana ne mi olacak?” deyiverdim.

Başını kaldırdı.

Kızkardeşleri umursamaz bir şekilde ılık akşam uykusuna ermek üzereydiler. Her biri mutluluğu kendine yorgan yapmıştı. Sohbetimizi bölmediler.

“Solacakmışım”

Eğer insan olsaydı gözyaşlarına boğulacağını sanırdınız.

Nasıl derdim “Evet, solacaksın” diye?

Sanırım bunun yerine ona şefkatle baktım ve gülümsedim.

Bazen yanıtlardan daha uygun yanıtlar vardır.

Beklenmedik bir anda koparılıp yakalara iliştirilen çiçeklerin şaşkınlığı geçti aklımdan.

Çiçekler acı çekmezler ve düşünmezler. Bunu bilmek bizi rahatlatır. Yaptığımız hareketi kabul edilebilir kılar. Çimleri ve çiçekleri yolan bir çocuğa “Yapma” demiş olanınız varsa eğer, o çocuğun soracağı sorudan da ürkmüştür mutlaka.

“Neden?”

Bunu sorarak gözünüzün içine bakarak çiçek yolmaya devam eden piç kurusunu ne söyleyerek durdurabilirsiniz? Ben de çocukluğumda o piç kurusunun yerinde olmuştum.

Şimdiyse içimden çiçeğime sahip çıkmak geliyordu. Bu içgüdüm beni şaşırttı.

“Sadece koparılmak istememesine saygı duymam gerekir” diye düşündüm. Ama bu haspam solmak da istemiyordu!

Öldürülmek istemeyen ama ölmek de istemeyen bir insan gidiydi.

Evet, aynı insanlar gibiydi.

Bizler de solacağımızı biliriz.

İk yüzlülük yaparak çiçeği teselli etmek istedim:

“Sen bu öbekteki yüzlerce kardeşinle birliktesin. Onlardan birisin. Varsın. Bu büyük bir şans, yeterli bir mutluluk değil mi?”

Her defasında “Ben” ile başlayan cümlelerle karşılık verince onun asıl derdini anladım. Bu çiçek doğanın bir anormalliği miydi, bir mütasyon muydu? Bilemiyorum ama fazlasıyla idrak sahibiydi. Öleceğini biliyordu ve bunu bilmesi yaşamasını durdurmuştu. Başını dikmiş bana bakıyordu. Öbekteki diğer çiçeklerse mışıl mışıl uyuyorlardı.

Ona inandıklarımı sayıp dökmeye karar verdim. Öylece yürüyüp gidemezdim, aklıma takılırdı. “Keşke söyleseydim” derdim.

“Siz özdeşsiniz, birsiniz, çiçeklik ruhunu taşıyorsunuz. Senden önce de nice çiçekler açtı, soldular ve yine başkaları açtı. Bu böyle sürüp giden bir silsile, bir bayrak yarışı. Sen Çiçek fikrinin, büyük Çiçek Ruhu’nun bir tezahürü, yeryüzündeki bir izdüşümüsün. Bu fikir daha yukarılarda bir hafızada saklı. Esas olan o. Sen ondasın ve ondansın. Esas burada olman seni şaşırtmalı. Sadece şu an sahnede sen ve ben varız. Burada karşılaştık. Bu karşılaşma bir mucize. Çok şanslıyız ki bize nasip oldu. Bu her şeyden değerli ve her şeye değer. Ama korkulacak bir şey yok.”

Ne yaptıysam da çiçeği bir türlü karamsar ruh halinden çıkaramadım.

“Ben” diye kurduğu cümlelerin hepsinde bir yakarma, bir imdat çağrısı gizliydi. Solmamak, hep yaşamak, bir izdüşüm olarak kalmak istiyordu. Hep varolmuşçasına istiyordu bunu. Ancak bu doğru değildi. O bir zamanlar yoktu. Bir akış içinde olduğunu kabul edemiyordu. Bir gün küçük kızım ablasının resimlerine bakarken kendini aradı ve bulamayınca:

“Ben yok muydum o zaman?” diye sordu.

“Henüz doğmamıştın kızım”

“Neredeydim peki?”

Bu sorusu beni zorlamıştı. Vereceğim yanıtların hiçbiri kendimi dürüst hissettirmedi. Ben de eğlenmek için birini seçtim:

“Ayın arka tarafındaydın. Oradan bizi izliyor ve seni çağırmamızı bekliyordun.” Sonra gülerek bunun bir şaka olduğunu sezmesini bekledim.

Sorusu yanıtsız kalmıştı. Şimdiyse bir çiçekle konuşuyordum ve sanırım dudaklarımdan doğru sözler dökülmüştü.

Onun bu hali, solacak olmasından daha içler acısıydı. Yaşarken yaşayamaması beni üzdü.

Benden gücümü aşan şeyler beklemeyin. O akşam çiçeği teselli edemedim. Bazen bir “çözüm” yoktur. Çünkü çözülecek bir sorun yoktur aslında. Olmayan sorunları çözmeye çalıştıkça işler daha çok sarpa sarar. Yalanlar büyür.

Yürüdüm ve oradan uzaklaştım.

Ertesi akşam aynı yerden geçerken o çiçeği bulamadım. Sonraki günlerde de çiçeklerden hiç biri bana fısıldamadı. Bu taptaze öbekte solgun çiçek yoktu. Alçalmakta olan güneşin altında bütün varlıklarını çırılçıplak sunmuş halde mutluydular. Onların hazzını hissedebiliyordum. Arılar da hissetmiş olacaklar ki, sarhoşça oradan oraya uçuyorlardı. Bu yoğun vızıltı da güneş battığında yok olacaktı. Soğuyan hava kokuları uçurup taşıyamayacak, arzuları dinen arılar da sakinleşip eve döneceklerdi.

Benimle konuşan çiçeği göremedim ama özellikle onu aramak da istemedim. Sanki onu hayal etmiştim. Bu aklıma geldikçe “İnsansı bir çiçek rüyama girip benimle konuşmuştu” diyecektim. “İnsanlar gibi o da karanlık öykülerin etkisi altında kalmış olmalı.”

Kendine üzülen bir çiçeğin üzüntüsünü hissetmiş ama onun için üzülmemiştim. Kendi sevincime ihanet olurdu bu.

İçinde bulunduğum solgun insan öbeğinin içinde sayımız az da olsa, benim gibilerle birlikte akşam güneşinin tadını çıkarırız. Sonra da mutluluğu kendimize yorgan yapıp uykuya ereriz. Çoğunluğun, solacaklarını öğrendikleri andan itibaren yaşamayı kesmesi ya da yalanlara sığınması bizi üzen tek şey. Oysa coşkulu bir akım içindeyiz, evvelimiz, geçişimiz, aktardığımız şeyler var. Burada karşılaşmak mucizesi bizlere nasip oldu. İzdüşümleri, taslakları olduğumuz İnsan şimdilik bizlere emanet. Yürüyüp gidecek ve kaygılı çoğunluğa rağmen bunu geleceğe aktaracağız.

Bunu unuttuğum her seferinde bahçeme dönüyor, çimende geziniyor ve hatırlıyorum.

Aslında hep oradayım.

Oradaki taze bahar havasını soluyarak buraya bakıyorum.

Suavi Kendiroğlu, 6 Nisan 2019 Kuzguncuk

Yorum bırakın

error: Content is protected !!